24 Nisan 2012 Salı

Erol Çelik ( Heyula )



                          HEYULA  (*)

            Yaşlı kadınlardan nefret ederim.
Hele bunlardan biri benim karımsa...

1974 yılında televizyon denen makine sadece belediye başkanı olacak o mendebur adamın evinde vardı. Adamın adını hatırlayamayışımın sebebi, onu herkesin kır bıyık lakabıyla çağırmasındadır. Malum, adamın bıyıkları tamamen kırlaşmıştı ve saçlarını boyadığı boyayla bıyıklarına asla dokunmazdı, düşünün artık ne kadar komik göründüğünü. Canına kustuğumun mıymıntısı nerden aklıma geldiyse, televizyon denen o alet bir onun evinde vardı ve ben o aletin nasıl bir şey olduğunu hatırlayamıyorum bile. Bizim hayatımız radyoydu. O yıl dünya kupasını büyük bir merakla beklemiştim ve tuttuğum takım Hollanda’yı Almanlar karşısında desteklemek için radyonun başında pür dikkat bütün spor haberlerini takip ediyordum. Televizyona sadece final maçı için heveslenmiştim ama asla kimseye boyun eğmeyen bir yapım olduğundan, radyo bana yetiyordu. Sadece spor haberlerini dinlemek bizim buralarda ayıp sayıldığı için, kasabadaki diğer akranlarımla sohbet edecek kadar siyaset duymam yeterliydi. Ecevit, ortanın solu sloganıyla oyları toplamış ama hükümet olamadığı için Erbakan’ın MSP’siyle koalisyon kurmak zorunda kalmış, Kıbrıs’ta da işler karışmıştı. Bundan fazlasını bilmeme gerek yoktu. Mutlu bir evliliğim, kendime yetecek kadar arazim ve sağlam bir zekâm vardı. Şanslıydım ve iyi bir kadınla evlenmiştim.    
Onu tam yirmi bir yıl boyunca hiç eksiksiz sevdim. Hem eksiksiz, hem de engin. Bizim sevgimiz öyle sıradan filan değildi. Hani büyüklerin dediği gibi, adam akıllı bir sevgiydi. Kendimi bir düş âleminde hissettiğim o yıllarda, karım da beni, en az benim onu sevdiğim kadar seviyordu. Bu aşikârdı. Hiç bir şeyin bizim sevgimizi bozamayacağını düşünüyordum. Ne olabilirdi ki? Akla gelen bütün kötü şeylerin, bizim aşkımızın dışında olduğunu biliyordum. Hiç kimse veya hiçbir şey bizim büyümüzü bozamazdı. Evet, bozamadı da. Ama bir şeyi unutuyorduk. İnsanlar, mutluluklarını kendi elleriyle yok ederlerdi. Bunu öğrenmem, geç ve acı oldu.
Tamda 74 dünya kupası finalinin oynandığı, Temmuz ayının o ilk günlerine rastlıyordu hazin bir düş kırıklığına uğrayışım. Sanki Müller’in attığı golden sonra hayatın akışında bir sapma olmuştu. Hollanda ikinci yarı canını dişine taktığı halde Almanya’yı kontrol altına alamamıştı.
İşte benim hayatımda, tıpkı 74 dünya kupası finali gibi yaşandı. İlk yarı çok lezzetli ama ikinci yarı kâbus gibi.
Ne olduysa evliliğimizin yirmi birinci yılından sonra başladı. İkinci yarının düdüğünü çalmıştı tanrı. Bir insanın hayatı bu denli hızlı değişmemeliydi. Hele bunu hak edecek bir şey yapmadıysa. Hayatım kararmaya başlamıştı. Karım değişiyordu, o sanki renkli bir fotoğrafken, git gide negatiflere dönüyor, gülücüklerinin yerini küstah ifadeler alıyordu. Bu kadar mükemmel bir insanın, böylesine değişebileceği aklıma gelmediği zamanlar, onun içine kötü bir varlığın girdiğini düşündüğüm oluyordu. Bazen bunu bir çocuğun saflığında yapıyordum.


Hava ıstırap çeker gibi gürlüyor, yağmur gök gürültüsünden geri kalmaksızın büyük bir çabayla yağıyor, rüzgârsa son yılların en sert esintisini dolaştırıyordu ormandaki ağaçların arasında. Hasan Çavuş,  rüzgâra ve yağmura karşı tedbirli giyinmişti giyinmesine ama yine de üşüyordu. Karısının, hatırlayamadığı yıllarda ördüğü boğazlı kazağını, içine de yün atletini giymişti ama akıl edip atkısını almayı unutmuştu. Aslında evden bu kadar alelacele çıkmasaydı onu da unutmazdı ya, olsun diye düşündü, bir lokmacık soğuk onu deviremezdi ya.  

Evlenmeden beş ay önce tanımıştım karımı. Babamın iş ortaklarından birinin kızıydı. O zamanlar sadece gizli gizli görüşebiliyorduk. Böyle şeyler hoş karşılanmayacağı için ancak beş ay sabredebilmiştik. Sonunda dayanamamış, konuyu babama açmıştım. Aradan bir hafta geçmeden, bütün hazırlıklar yapılmış ve nihayetinde evlenmiştik. Babam tüccardı, o yılların belki de en zenginlerindendi, bu yüzden düğünümüz olabileceğinin en mükemmeliydi. Kırk gün kırk gece olmadı ama birçoğuna dudak ısırtan cinstendi. Hatta o zamanın gazetelerinde bile bizim düğünümüzden bahsedilmişti. Çok mutluydum; tıpkı karım gibi. Anlaşılacağı üzere tam yirmi bir yıl fazlasıyla mutlu geçmişti evliliğimiz.


          Hasan Çavuş, el feneriyle yürüdüğü yolu aydınlatarak ilerlemeye devam etti. Rüzgâr onu yaptığı şeyden dolayı korkutmaya çalışıyor, ağaçların tepelerinde ve çalılıkların arkalarında korkunç fısıltılar çıkartıyordu. Yağmurda ona eşlik edip adamı su dolu bir fanusun içinde yolculuk etmeye zorluyordu. Eğer atkısı olsaydı onu kafasına sarar ve üzerine şapkasını geçirerek kulaklarını soğuktan koruyabilirdi.   
          Galiba doğa, Hasan Çavuş’u cezalandırıyordu. Oysa o cezaların en büyüğünü daha yeni çekmiş, direncini arttırmıştı. Bunlar vız gelirdi ona. Sadece, yağmurla ıslanıp ay ışığıyla parıldayan karanlık onu sersemletiyor, aklında binlerce şeyin dolaşmasına yol açıyordu.

Yaşlı kadınlardan nefret ederim.
            Ve yaşlı karımdan da nefret ediyorum.
           
Ama ondan yaşlandığı için nefret etmedim. Hatta yaşlandıkça güzelleştiğini bile düşünüyorum. Kadın her geçen yıl daha bir nurlandı, elmacık kemikleri ön plana çıktı, yanağındaki gamzeleri beni yutarcasına sevimlileşti. Başkaları yıllarla beraber kilolarına kilo katarken o, sanki doğaya isyan edercesine güzelliğini korumasını bildi. Elbette yaşlandığını belli eden çizgiler vardı yüzünde ama o çizgiler bir insana bu kadar yakışamazdı.
Yirmi bir yıl, bir melekle evlendiğime emin olmuştum ve Allah’a şükürler ediyordum. Muhakkak, hatırlamadığım sevaplarımın mükâfatını görüyor olmalıydım.
Sonra ne oldu? Karım değişmeye başladı. Artık onu tanıyamıyordum. Tam iki yıl boyunca bunun geçeceğini umdum; ama olmadı. Geçmedi. Düzelmedi. Gün geçtikçe daha da lanet olmaya başladı.
Lanet olası.

Hasan Çavuş, altmış dört yaşındaydı ve son yirmi altı yılını böyle kötü geçirmeseydi, bacakları bu kadar ağrımayacaktı. Gerçi hala beli bükülmemiş, kamburu çıkmamıştı ama yinede yürümekte zorluk çekiyordu. Fiziğinde sorun olmadığı doğruydu, fakat hasta olan onun ruhuydu.
Yolu yarılamamış, gidecek bir buçuk saatlik yolu daha kalmıştı ve bu hava koşulları ilerlemesini daha zor bir hale getiriyordu. Havanın karanlık olması onda tanıdık duyguların uyanmasına yol açtı. Karanlık orman, son iki yıldır onun tek dostu olduğu için, yolu ezbere biliyor, nerede dönmesi gerektiğine dikkat etmiyor, ayakları hangi yolu takip edeceğine kendisi karar veriyordu. Hasan Çavuş’a ise yol boyunca düşünmek kalıyordu.
En az orman kadar karanlık düşünceler. Çoğu zaman kahroluyor, zaman zaman ise boğuluyordu. Yine de düşünmekten başka bir şey yapamıyordu.
Sanki birileri kulağına soğuk ve hastalıklı bir şeyler fısıldıyordu.

Karım iki buçuk yıl önce hastalandı ve yatağa düştü. Üzülmemem gerekiyordu belki ama ben yine de kahrolmuştum. Belki biraz akıllanır ve kötü olmaktan vazgeçer diye düşünmüştüm ilk zamanlar. Nafile. Gitgide daha da illet olmuş çıkmıştı. Evdeki huzursuzluğumun hat safhaya ulaştığı çoğu geceler, kendimi ormana atıyordum. Çaresizlik öylesine yakalamıştı ki beni, ağaçların altındaki karanlıklara saklanıp saatlerce ağlıyor ve içimdeki burukluğu, kalbim titreye titreye dindirmeye çalışıyordum. Benim yaşımdaki birinin karanlıklarda ağlaması ne kadar zordur, kimse bilemez. Evimizin etrafındaki her şeyle konuşur olmuştum. Kimi gece bir ağaçla konuşuyordum, kimi gece ise bir çalı yığınıyla. Her gece onlara neler çektiğimi anlatıyordum. Onlardan fikir almaya çalışıyordum. Şaşkınlar gibi bir oraya bir buraya koşturup durmaktan, çıldırma aşamasına gelmiştim.
Beş altı yıldır, evin sırtındaki odunluğun etrafını zakkum çiçekleri sardı. Hayatım solarken yeni bir şeyin yeşerdiğini görmek, her ne kadar zakkumun uğursuz bir çiçek olduğunu bilmeme rağmen, onun diriliğini, onun asiliğini ve onun inatçılığını hissetmek beni kıskandırıyordu. Elbette boşuna ortaya çıkmamıştı o zıkkımlar, hayatımın ne kadar zehir zemberek olduğunu, çerçevenin etrafını kaplayarak resmediyordu.
Şimdilerde boyları insanı aştığı için resmi bütünüyle zehirlemişti.
Ama her şeye rağmen bugüne kadar aklımın ucuna kötü bir şey gelmedi. Zakkum bana her gün zehri hatırlatsa bile. Benim yerimde kim olsa, yaşadıklarına katlanamaz, olanlara bir çare bulur, her şeyden kurtulurdu. Oysa ne karıma kötülük yapabilirdim ne de alıp başımı kaçabilirdim, benim için o zamanlar bu mümkün değildi.  Sadece bekleyip gün geçtikçe çıldırışıma seyirci kaldım.
Sonunda çıldırdım.
Her insanın bir sabrı olduğunu öğrendim.
Çıldırmak ve sabrın tükendiği an, her şeyin kontrolünüzün dışına çıktığı andır. O andan itibaren ne yaptığınız ya da neden yaptığınız hiç önemli değildir. Beyniniz size bir emir verir ve siz ona itaat edersiniz.
Ben itaat ettim.
Pişmanda değilim.

Hasan Çavuş, duyduğu dere sesiyle biraz olsun rahatladı. Bu, artık yolu yarıladığını gösteriyordu. Ne yağmura ne rüzgâra ne de soğuğa aldırış etmeden yoluna devam etmek için biraz soluklanmalıydı. Çizmeleri çamurdan görünmez hale gelmişti ama onu rahatsız eden şey, donuna kadar sırılsıklam oluşuydu. Sanki çıplak yürüyormuş gibi hissediyordu kendisini.
Soğuk, karanlık olmuş,  iliklerinde dolaşıyordu şimdi.
Birazdan fasulye tarlasına varacak, oradan dereye ulaşacaktı. Canı sigara içmek istedi; fakat bu havada sigarasını ne yakabilirdi, ne de içebilirdi. Zaten cebindeki sigara paketinin çoktan ıslandığına emindi. Bir ara, çıldırmış insanlar sigara içerler mi diye düşündü. Neden içmesinler ki? Daha fazla dayanamayacağını anlayınca, bir yolunu bulup cebindeki paketten bir sigara çıkarttı. Uygun bir ağacın altına geçerek, ıslanmış sigarasını soluğuyla kurutmaya başladı.

Mutlu olduğumuz yirmi bir yıl boyunca iki çocuğumuz oldu. İlki kız, iki yıl sonra da bir erkek. Kız doğar doğmaz, karımın o zamanlar çok sevdiği Gülnaz ismini takmıştık ona. Sonrasında doğan erkek çocuğumuza da Yavuz ismini bulmuştuk. Yavuz, benim en sevdiğim padişahın adıydı. Şimdi onları ne kadar da çok özlüyorum. Gülnaz erken evlendi. Daha on sekizine bile basmamıştı. Karımın değişimi, kızımızın uçup gitmesinden sonraki yıl başladı. Gülnaz, bu durumdan pek etkilenmemişti o zamanlar; kabak oğlumun başına patladı. Yavuz, annesinin kötülüklerine maruz kalıyor, evde bir huzursuzluktur gidiyordu. Bir yanımda karım, diğer yanımda oğlum ve benim yapacak hiç bir şeyim yoktu. Neyse ki Yavuz, uzaklarda, büyük şehirde bir üniversite kazandı. Belki de benimle aynı kaderi paylaşmaktan kurtulmuştu. Yıllar geçti. Yavuz, okulunun bitimine bir yıl kala annesine tamamen darıldı. Bu dargınlık öylesine katıydı ki, bir daha görüşmeme kararı almışlardı. Sadece arada bir bana mektup yazar, ben de eğer karımdan önce o mektuba ulaşabilirsem okurdum. Yoksa karım ondan gelen bütün mektupları yakardı. Asla ona itiraz edemezdim. Yavuz’dan aldığım en son mektupta, evleneceğini yazmıştı. Okul biter bitmez yurt dışına yerleşeceklerini söylemişti. Bir keresinde, ‘Baba, sevdiğim kız annem kadar güzel, inşallah o da annem gibi sonradan değişmez.’ Diye yazmıştı. Bu cümleleri her hatırlayışımda içim paramparça olur ve kahrolurum. Oğlum, sağ olsun mektuplarında futboldan da bahsederdi, yoksa 1978 dünya kupasını Arjantin’in kaldırdığını asla öğrenemezdim. Eskisi kadar önemli değildi ama en azında şampiyonların kimler olduğunu merak edecek kadar bir kırıntı kalmıştı içimde. Hollanda yine finalde yenilmiş ve Arjantin 3-1’le kupayı almıştı. Yavuz, anlaşıldığı kadarıyla Arjantin’i tutuyordu; çünkü El Matador lakaplı Kempes’ten övgüyle bahsetmişti.   
Yavuz’la annesi görüşmeme kararı vermişlerdi ve ciddiydiler ama uzun bir süre sonra oğlum, annesinin yatalak hasta olduğunu öğrenince, ziyarete geldi. Fakat geldiğinde geleceğinde pişman oldu. Öyle bir kavga ettiler ki, bir daha oğlumu ne gördüm, ne de haber alabildim. Çünkü oğlum giderayak, neden bunlara izin verdiğimi sormuştu. Bakışlarındaki anlamı asla cümlelere dökemem. En kötüsü, ben ona cevap verememiştim. Bir babanın bu kadar aciz olamaması gerekir.
Kim bilir benim hakkımda neler düşünüyordu. En iyi ihtimalle korkak olduğumu. Ama umarım, benimde annesi gibi kötüleştiğimi zannetmez. Her neyse, aldı başını gitti ve kurtuldu. Gitmeden 1982 dünya kupasını kimin aldığını da söyledi. Finalde Almanya ve İtalya varmış ve kazanan İtalya olmuş. Ondan sonraki kupalardan hiç haberim olmadı. Karımın radyoyu kırmasından sonra hiçbir şeyden haberim olmadı ya. Artık oğlumda yazmıyordu.
İyi de benim suçum ne?
Gülnaz, bundan beş sene öncesine kadar, çok nadir de olsa ziyarete gelir ancak kocasının yanına, hep morali bozuk dönerdi. Ta ki beş yıl evvelki yemeğe kadar. Gülnaz’nın iki kızı olmuştu; ne yazık ki, onların adlarını bile hatırlamıyorum. Kızım, çocukları ve kocasıyla birlikte uzunca bir aradan sonra bize geldi. Amacı, arayı biraz olsun ısındırmak, bize torun sevgisini yaşatmak ve bağların iyice kopmamasını sağlamaktı. Fakat ne felakettir ki, karım damadının kafasına dikiş makinesinin makasını fırlatıp, adamın kafasını yarmıştı. İşte o zaman hayatımda ilk kez karımın üstüne yürümüştüm. Allah’ım bana biraz daha cesaret verseydi, belki ona bir tokat bile atabilirdim.
Ama yapamadım. Acizler gibiydim. Pısırık, korkak, kokuşmuş ve aşağılık bir moruk olup çıkmıştım. Gülnaz’dan da bir daha haber alamadım. O da tamamen dünyamdan çıkıp gitti.
Aciz dünyamdan.
Zavallı dünyamdan.

Yaşlı kadınlardan neden mi nefret ederim?

Hasan Çavuş’un sigarası bitmiş, hatta derenin kenarına varmıştı bile. Dere, derin bir vadinin içinden aktığı için karşıya ince bir köprüden geçmek zorundaydı. İyide, köprü hain rüzgâr sayesinde, ucuz bir patiska gibi sallanıyordu. Yaşlı adam dizlerinin ağrıdığını hissederek derenin kenarında, karşıya nasıl geçeceğini düşünmeye başladı. Rüzgâr hiç dinmemiş, derenin kenarında daha hızlı esmeye başlamıştı. Hasan Çavuş buraya kadar gelmişti ve asla buradan geriye dönmek niyetinde değildi. Dönemezdi de. Fakat bu köprüden karşıya geçmekte ayrı bir delilikti. Delilik kelimesi kafasında dolaşmaya başlayınca gülümsedi. Karşıya geçecekti; buna mecburdu.
Köprüyü düşündüğü süre boyunca, karısını düşünmekten uzaklaştığını ve bunun inanılmaz bir rahatlık verdiğini anladı. Artık ondan tamamen kurtuluyordu; sonsuza dek.

Yaşlı kadınlardan nefret ederim.
Kadınların tümünden nefret ediyorum.

Karımın ne gibi kötülükler yaptığını anlatamıyorum; çünkü içimde hala kahrolası bir erkeklik gururu var.

Bu köprüden daha önce birçok kez geçen Hasan Çavuş, fırtına sırasında bunu hiç denemediğini biliyordu, zaten bu ilk ve son olacaktı. Köprüye iyice yaklaştı ve gözüne kestirmeye çalıştı. Olacak gibiydi. Yüzünde tuhaf bir gülümseme daha oluşunca, hareketlendi. Tam ilk adımını atacaktı ki, bir sigara daha içmeye karar verdi. Bu sigara, köprünün bu yakasındaki ve paketindeki son sigara olacaktı. Beklide hayatındaki son sigara.

Kadın sanki cehennemden çıkmış bir zebaniydi. Yaşadığım yirmi bir yıllık mutlu hayatımda beni sınadı ve yıllar sonra gerçek yüzünü gösterdi. Başka bir şey olamazdı. Eğer karım bir zebani değilse bile, içine kötü bir şeyin girdiğine eminim.

Yaşlı kadınlardan nefret ederim.
Yaşlı kadınların hepsi zebanidir.

Çıldırdıktan sonra böyle düşünebilmek beni rahatlattı doğrusu. Şu köprüyü geçtikten sonra artık çok değişik bir hayatım olacak. Bambaşka bir hayat. Bundan sonraki hayatımda asla bir kadını sevmeyeceğim. Özellikle yaşlı kadınlardan birini.
Sadece önümde bir engel kaldı. Bu köprü. Sırat köprüsü. Her insanın hayatında geçmesi, aşması gereken bir sırat köprüsü vardır. Benim sırat köprüm karşımda duruyor.

Hasan Çavuş, son sigarasını bitirdi ve köprüye yürüdü. Onun geldiğini anlayan rüzgâr daha bir coştu. Yağmurdan korunmak için montuna sarılmıyor, kendini iyi hissediyordu. Köprüye ulaşınca, ne kadar yalnız olduğunu düşünecekti, hayatının ne kadar kötü geçtiğini. Bundan sonrası nasıl olacaktı? Neler değişecekti? Soğuk havayı ciğerlerine kadar çektiğinde, artık hiçbir şeyin önemli olmadığına karar verdi.
Sırat köprüsünün başına vardığında tekrar düşündü. Eğer aklında yitirmediği bir gram mantığı kaldıysa, bu köprüden geçmemesini söyleyecekti ama o kadarı da kalmadığı için bu dev duvarı aşmalı, sırat köprüsünü geçmeliydi. Yeni bir hayat o köprünün diğer tarafındaydı. Karşıya geçecekti, bu her neye mal olursa olsun. Geriye bakmak bile istemiyordu.
Kâğıttan yapılmış bir gemi gibi sallanan köprüye ilk adımını attı ve hiç tereddüt etmeden diğerini de peşinden gönderdi. Hiçbir şey düşünmüyordu, hatta dikkatli olması gerektiğini bile. Köprünün altındaki dereden gelen suyun sesi kendini büyülemiş gibiydi. Sanki bu gece, kimse onun karşıya geçmesini istemiyordu.
Hasan Çavuş, kendi ağırlığı yüzünden köprünün sallantısının hafiflediğini görünce, hayatında ilk kez şişman olmadığı için pişman oldu. Başını iki yana salladı ve karışan kafasını biraz olsun toplamaya çalıştı. Bir iki adım sonra köprüyü ortalayacaktı. Dengesi git gide kayboluyordu. Kafası karışırsa asla başaramazdı. 
Bu onun sırat köprüsüydü, özgürlük ve cennet onun ardındaydı.

Karım yüzünden çıldırdım ama kendi hayatımı tehlikeye atamam. Hele onun yüzünden asla. Ben, karımdan önce öbür tarafa geçmek istemiyorum.

Hasan Çavuş, bunları düşünürken elleriyle köprünün iplerine daha fazla sarıldı ve adımlarını daha da sağlamlaştırdı. Şimdi köprünün tam ortasındaydı. Yayık ayranı gibi çalkalanıyordu. Bu haldeyken aşağıya, deli gibi akan dereye baktı.

Neden bu kadar uğraşıyorum ki? Salayım kendimi aşağıya. Kesin ölürüm. Belki de ölüm benim için en iyisi. En azından bundan sonraki hayatımın berbat geçmemesini garantilerim. Kim bilir, diğer tarafta belki daha mutlu olurum.

Adam, yağmurun altında sallanan köprünün tam ortasında bir anlık duraksadı ve gökyüzüne yaşlı gözleriyle baktı. Çok kısa bir süre sonra tekrar ilerlemeye başlayacaktı.

Yoo, yirmi altı yıldır karım bile beni öldüremedi. Ben de kendimi öldürmeyeceğim. Karşıya geçeceğim ve buradan alabildiğine uzaklaşacağım. Belki İstanbul’a giderim. Çocukluğumda babamla birlikte bir kez gitmiştim o büyülü şehre.
Gitmek, iki kıtaya yayılmış topraklarında kaybolmak, ışıklı yollarında gezinmek, Eminönü’nde balık yerken, ya da İstiklalde dolaşırken kendimi biraz olsun önemli hissetmek istiyorum.

Hasan Çavuş, köprünün diğer tarafına geçer geçmez, bambaşka bir ruh haline büründü. Çok daha rahat hissediyordu kendisini. Galiba çok derinlerden yükselen, yıllardır özlediği bir duyguyu hissetmeye başlamıştı. Mutluluğu.  Üzerinden tonlarca yük kalkmış gibiydi. Koşar adımlarla ilerlemeye başladı. Şimdi yağmur da, rüzgâr da dinmişti.
Hasan Çavuş haykırmak için nefesini ciğerlerine doldurdu.
Sırat köprüsünü aşmıştı. Cennet ona gülümsüyordu.

Uzun süreden sonra kendimi ilk kez huzurlu hissediyorum. Yaşadığım ilk yirmi bir yıl rüya gibi geçti; ama sonra ki yirmi altı yıl, heyula geldi bana.
Artık özgürüm.
Geride ne bıraktığımı asla düşünmeyeceğim. Ne yaşadığımı da. Hatta karımı, onca anımı yaşadığım evimle birlikte, yaktığımı bile.
Önce, zakkumların istila ettiği odunluğu ateşe verdim, ardından yıllardır hiçbir hayvanı bağlamadığımız ahırı. Son olarak bidonun dibinde kalan gaz yağıyla mutfağı tutuşturdum.

Yaşlı kadınlardan nefret ederim.
Birinden kurtuldum.



                                               SON
  EROL ÇELİK


(*)  Korkunç hayal. ( TDK)

18 Nisan 2012 Çarşamba

Erol Çelik ( Uyan Artık )


Bu öykü Erol Çelik'in 2. kitabı "Satranç Ve Şövalye"de yayınlanmıştır.

UYAN ARTIK


Bilinci yavaşça yerine geliyordu, bunu kulağına gelen bebek ağlamasının içine doğurduğu huzurdan dolayı anladı. Bebek, çaresiz ama o kadar tatlı ağlıyordu ki, bir an önce uyanıp, onu bağrına basmak istedi. Kalbini saran bu sızı belli ki, ilk anaç duygusuydu. Gözleri hafifçe aralanmaya başladığında, ilk önce duvardaki sıvaların yer yer dökük olduğunu görmeye başladı. Hiçbir anlam ifade etmiyordu ama bilincinin daha uyanmadığı bölümlerinde, bir şeylerin yanlış olduğunu biliyordu. Gariplikler bu kadarla kalmıyordu. Bir hemşire ona bakıp gülüyor, bakışlarındaki müjde vermeye hazır ifade, dudaklarında yerini hain bir sırra bırakıyordu. Hemşirenin topuz saçlarının üzerindeki kepi, üçgendi. Üniforması ve kepinin hangi yüzyıla ait olduğunu kestiremiyordu fakat kadınsı hainlik, gizlenemez bir mimik olarak hemşirenin dudaklarındaydı. Bu gülümseme tüm zamanların bilindik gülümsemesiydi.
“Ikın, ıkın hadi. Çok rahat bir doğum oluyor.”
Hemşire, bilinci yerine gelen kadının bacaklarının arasına eğiliyor, eski üniformasıyla, bebeğin omuzlarından ve kafasından tutmuş, çekiyordu.
“Maşallah, çok sağlıklı bir bebeğe benziyor. Hadi ıkınmaya devam et. Az kaldı.” Hemşire içinden dua okumaya başlamıştı. Ne söylediği duyulmuyordu, sadece dudaklarındaki ritmik hareketlerden bu anlaşılıyordu.
Doğumhanedeki her şey eskiydi. Şu an doğum yaptığı masanın da, tıpkı hemşirenin üniforması gibi eski olduğunu, bacaklarının asılı olduğu direklerin paslanmış olduğunu, üzerine serdikleri beyaz örtünün kirli ve yıpranmış olduğunu görüyordu. Fakat garipsemiyordu. Tuhaflığın farkındaydı ama bebeğin tatlı feryatları, bu düşünceleri bir şekle sokmasına izin vermiyordu.
Odada yalnız olmadıklarını fark edince, bir kez daha tuhaflık duygusunun esiri oldu. Hemşirenin hemen ardında, alacakaranlık sayılabilecek bir gölgede duran doktorun, hiç bir şeye karışmaması, üzerindeki beyaz önlüğün içinde, sadece onları izlemesi de şaşırtmıyordu onu. Adam kollarını bağdaş kurmuş, kulaklarının üzerinde kırlaşmış saçlarıyla babasını andırıyordu. Yoksa yüzündeki hüzün neden bu kadar tanıdık gelsin ki? Babasını andırdığı için midir bilinmez, adamın odada olmasından dolayı, kendini güvende hissediyordu.
Bebeğin ağlaması, hemşirenin işinin ehli hareketleri, doğumun bitirmesine birkaç dakika kaldığını gösteriyordu.
“Maşallah nur topu gibi bir oğlun oldu. Maşallah.” Hemşire iri gözlerle beklediği müjdeyi, masada yatan kadına verdi.
Doktora bakan kadın, onun sevindiğini gördü ama doktor bunu gizlemek için, bağdaş kurduğu ellerinden biriyle ağzını kapattı.
Doğum inanılmaz rahat geçmiş, hemşire bebeği eski metal bir kovanın içinde yıkamaya başlamıştı. Yumuşak hareketleri, şefkatli dokunuşu bebeğin ağlamasını durdurmuyordu ama annesinin içine su serpiyordu.
Bebek yıkandıktan sonra hemşire onu annesine verdi. Anne, bebeği kucağında kavrayıp koklamaya başladığında, üniformalı kadın bebeği tekrar aldı. Bu hareket karşısında anne sinirlendi ama sadece seyretmekle yetindi.
Anne kalkıyordu, çok rahat bir doğum olduğu için, hiçbir ağrı hissetmeden doğruldu. Bu arada hemşire, bebeği doğum masasının hemen yanında yere yatırdı. Beton zemine sırt üstü koyduğu bebeğe, mavi bir tulum giydirdiğinde, annesi odadaki tek renkli şeyin o mavi tulum olduğunu fark etti. Her şey renksiz ve eskiydi. Doktorun bulunduğu köşenin hemen karşısında, spor salonlarındaki sıralı dolaplardan olduğunu gördü. Kalın ağaçlardan yapılma eski rafların üzerinde ameliyat malzemeleri vardı ve onlarda eski ve paslı görünüyordu.
Anne, bebeği betona yatıran hemşireye çıkışacağı sırada, hemşire ona bebeğin altını nasıl değiştirmesi gerektiğini öğretmeye başladı. Bu işlem sanki çok uzun sürüyordu. O kadar ki, bebeğin kumral saçları uzamaya başladı. Mısır püskülünü andıran saçlarıyla çok güzel bir bebek olmuştu.
Bebek kendi kendine ayağa kalktı, üzerinde tulumundan başka hiçbir şey olmadan yürümeye başladı. Bebek olduğu için paytak yürüyor ama kimseden yardım almaya ihtiyaç duymuyordu. Annesi oğluyla gurur duymaya başlamıştı. Tombul, katmer katmer ayaklarını öpmek istiyordu, oysa bebek, ameliyathaneden kendi başına dışarı çıkmaya başladığında, anne telaşla bebeğin arkasından gitti.
Renksiz bir hastane koridorunda oğlunu takip eden kadın, bebeğin bir kapıdan içeri girdiğini gördü. Hemen peşinden girdiğinde buranın bir banyo olduğunu fark etti. Tuhaflıklar artık onu şaşırtmıyordu. Çok eski banyonun yerleri taş mermeriydi ve her şey griydi. Eski duştan bir kovanın içine su akıyor, bebek annesinin elinden tutarak ona kovayı göstermeye çalışıyordu. Su dolu kovanın içinde saydam torbalar vardı ve torbaların içindekileri görünce, kadının aklı durdu. Torbaların içinde, kızlı erkekli ölü bebekler vardı. Ölü bebeklerle dolu torbalar, kovanın içinde dengesizce batıp çıkıyorlardı. Kadın, korkup çığlık atmaya başladı. Güzel bebek, annesinin elini bırakıp kovanın yanına doğru gitmeye başladı. Kadın çıldırmıştı, titreyerek oğluna seslenmeye başladı.
“Gel buraya oğlum. Senin orada ne işin var. Beni terk etme. Bak annen burada. Beni bırakma oğlum.”
Ama bebek kovanın yanına gitmeye devam etti. Sanki o da, diğer bebeklerle beraber yüzecekmiş gibi hevesliydi. Annesine bakarak korkmaması için gülümsedi.
Kadın kovadaki bebeklerin ölü olduğunu, eğer onların yanına giderse kendi bebeğinin de öleceğini zaten biliyordu.
“Hayır, oğlum buraya gel.” Anne kollarını açarak onu kucağına çağırdı.
Bebek kovanın yanına vardığında durdu, bir annesinin kollarına baktı, bir kovanın içindeki ölü bebeklere. Annesi sanki önüne bir set çekilmiş gibi, olduğu yerden ileriye gidemiyordu. Bu yüzden oğlunu kurtarmak için yalvarmaktan başka çaresi yoktu.
“Oğlum bana gel, ne olursun. Hayır, sakın beni yalnız bırakma.” Anne çaresizce çırpındı.
Bebek kovayla annesi arasında karar vermeye çalışıyormuş gibi durakladı.
“Oğlum annene gel, senin yerin burası. Terk etme anneni. Ne olur oğlum annene gel, gel de perişan olmayayım, gel de seni bağrıma basayım.”
Bebek annesinin hıçkırıklara boğuluşuna baktı ve sanki kocaman bir adammış gibi hüzünlendi.
“Oğlum, ne olursun bana gel.”
Bebek, kovanın içindeki ölü bedenlere baktı ve annesine doğru yürümeye başladı. Kadın ayağa kalktı ve bu sefer mutluluktan hıçkırmaya başladı. Oğlunu kollarının arasına alarak sıktı. Öptü. Doyamadı, bir daha öptü.
Banyonun kapısında telaşlı bir yüz belirdi. Hemşire korkmuş gözlerle onları bulduğuna sevinerek haykırmaya başladı.
“Sizi buldum. Şükürler olsun.”
Anne ve bebek, renksiz banyoda kucaklaşıyorlardı ama hemşirenin telaşı ikisini de korkutmuştu. Eski üniformalı hemşirenin dudaklarında artık hain bir ifade yoktu. Sanki oğlunu geri almayı başaran anneye inanmaya başlamıştı.
“Hemen doğumhaneye gitmeliyiz. Hadi hemen.” Hemşire banyo kutsal bir yermiş gibi içeri girmiyor, söyleyeceklerini kapı eşiğinden haykırıyordu.
“Neden doğumhaneye döneceğim, oğluma kavuştum ben.” Anne oğlunu böğründe biraz daha kavradı.
“Ona kavuşmadın, sadece onun hayatını kurtardın ama biraz daha geç kalırsan bunu da başaramayacaksın. Zamanımız az diyorum sana.” Hemşirenin sesinde, ödüllendirici bir babacanlık vardı.    
Anne, oğlunun gözlerinin içine baktı ve bir şeyler anlamaya başladı. En azından gerçekten zamanının az olduğunu biliyordu.
“Hadisene be kadın.”
Anne ayağı kalktı. Oğlunu kucağına almıştı. Hemşirenin peşinden renksiz ve sıvaları dökülmüş kasvetli koridora döndü. Hemşire koşmuyor sanki uçuyordu. Anne, oğlunu iyice kavrayarak, onun peşinden uçmaya başladı.
Az sonra doğumhanenin içine girmişlerdi. Doktor yine o alaca karanlıkta, yine o tedirgin bakışlarla bekliyordu. Sanki doğumhane de, tıpkı doktor gibi anne ve bebeğini bekliyormuş gibiydi.
Anne doğum masasının üzerinde kendisini görünce aptala döndü. Oysa kendisi şu an ayakta ve oğlunu tutuyordu. Hayır, oğlunu tutmuyordu. Oğlu kucağında yoktu. Telaşlandı. Doğum masasının üzerindeki kendi vücuduydu ve baygındı. Hemşire bacaklarının arasındaki bebeği çekiyordu. Hareketlerinde ters giden bir şeyler olduğu anlaşılıyor, durmadan baygın olan bedene bağırıyordu.
“Uyan, uyan be kadın. Bebek gelmiyor. Uyan yoksa onu kaybedeceğiz.”
Anne, neler olduğunu bilmiyordu ama doktora doğru soru dolu bakışlarla bakmak istedi. İkinci şoku o anda yaşadı. Orada artık doktor yoktu, onun yerine babasını gördü. Gözü ağlamaktan kan çanağına dönmüş, yorgunluk ve üzüntüden bitap düşmüş babasını.
Zavallı adamda haykırıyordu.
“Uyan kızım, uyan artık.”
“Baba ben buradayım.” Dediyse de babası onu duymadı.
“Uyan be kadın, uyan artık, bebeğini kurtar.” Hemşire çaresizce bebeği omuzlarından ve başından çekmeye çalışıyordu.
“Uyan be güzel kızım ne olur uyan.”
Babasını hiç bu kadar çaresiz görmemişti. O, her zaman bir çözüm bulan adama ne olmuştu? Neden kızını uyandıramıyordu?
“Baba ben buradayım, ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. Oğlumu kaybetmek istemiyorum baba. Bana yardım et. Ağlama.”
Doğumhanenin içi daha bir renksizleşti, daha bir eskidi, daha bir boğuldu.
Hemşire başını havaya kaldırıp Allaha yalvarmaya başladı. Hiç bu kadar kötü bir ölüm görmemişti. Son ümidi de tükeniyordu.
Anne nefesinin kesildiğini, ne yapması gerektiğini bilmeden, öleceğini düşündü. Oysa az önce oğlunu, o ölü bebeklerin yanından kurtarmamış mıydı? Şimdi ne yapmalıydı. Ne yapması gerektiğini bilmiyordu ama yürüyerek masadaki cansız bedenine dokundu.
“Bu bebek senin bebeğin ve onun hayatını kurtardın. Bir şansın oldu, onu iyi değerlendir. Şimdi kalk ve bebeğini kucağına al. Ne babanı, ne kocanı, ne de sevdiklerini ağlat. Şimdi kalk ve kumral bir erkek çocuğun tadını çıkart.”
“Kızım ne olursun uyan artık.”
“Bak babanın feryatlarına, ya dışarıdakilerin feryadı, uyan artık.”
Hemşire ağlıyordu.
“Oğlunda uyanmanı istiyor, yoksa ben burada olur muyum? Bana sen uyanmazsan neler olacağını gösterdi.”
“Hayır!”
Anne feryadın geldiği yöne döndüğünde babasının yerinde kocasının olduğunu gördü. Adamın gözleri ve yüreği ağlıyordu. Doğum masasının yanına gelmiş, eliyle güzel karısının yanağına uyanması için tokat atıyordu.
“Hadi hayatım sen güçlü bir kadınsın, beni sakın yalnız bırakma, bebeğini sakın sensiz bırakma. Uyan artık. Uyan bir tanem.”
 Kocasının perişan haldeki yüzünü gören anne, baygın bedenine iyice yaklaştı. O yaklaşınca kocası ortadan kayboldu. Doğumhane de sadece hareketsiz bedeni, hemşire ve hayata yarım bağlı bebeği vardı.
“UYAN ARTIK”
Doğum masasında bir hareketlenme oldu.
Anne gözlerini açtığında her şey renklendi.
Bebek, doğdu.
Her şey yoluna girdi.


                                                        SON


                                                                                      

NOT: Bu öyküyü, oğlumun hayatını doğum sırasında kurtaran sevgili eşime armağan ediyorum. Oğlumu bana verdiğin için TEŞEKKÜR EDERİM.




04.08.2007

8 Nisan 2012 Pazar

Erol Çelik ( Darbe )


Erol Çelik
3. kitabı 19 Numaralı Koltuk'ta yer alan Darbe isimli öykü.



DARBE



( 1 )




“Merhaba Volkan Bey, sizinle tanışmak beni onurlandırdı. İnanın karşınızda saygıyla eğilmekten gocunmuyorum.”
“Teşekkür ederim delikanlı. Ne güzel bir karşılama. Hayatımın son günlerinde sevildiğimi bilmek çok güzel.”
“Sevilmek mi efendim, siz tam bir halk kahramanı oldunuz. Yazacağınız yeni öyküyü kaç kişinin beklediğini bilseniz, inanamazsınız.”
“Demek öyle.”
“Evet efendim, eski kitaplarınızın kaç kere yaşandığını, hatta yaşanmaya devam ettiğini tahmin bile edemezsiniz. Çinliler sizin öykülerinizin birçoğundan simülasyonlar yapmaya başladı bile. Oysaki Çinliler öyle kolay kolay bizim yazarlarımızın öykülerine yer vermiyorlar.”
“Bu da benim sonumu getirecek değil mi?”
“Sakın korkmayın efendim, tamamen koruma altındasınız. Değil bu hükümet, bütün dünya bir olsa sizi bulamazlar.”
Volkan Hasanoğlu, gizlice seyahat ettiği siyah camlı aracından bir süre dışarıyı, teknolojik olarak gelişmiş ama insanlık olarak körelmiş İstanbul sokaklarını seyretti. Bu sokaklarda yürümeyi özleyip özlemediğini bile hatırlamıyordu. Yetmiş yaşını bitireli birkaç yıl olmuştu ve o birkaç yıl öncesine kadar mükemmel denecek bir yaşantısı vardı. Şimdi devlet tarafından birinci derecede aranan bir kanun kaçağıydı.
Suçu ise, öykü yazmaktı.
“Efendim, üzerinizde hiçbir dijital aletin olmadığından eminsiniz değil mi? Kol saati, cep bilgisayarı, hatta sağlık kiti.”
“Sağlık kitini niye istiyorsunuz? Ben yetmiş yaşındayım ve o aptal cihaz benim her şeyim.”
“Onu bana hemen verin efendim. Sonuçta o da dijital bir alet. Polisin elindeki sistem, kalp pilinizden bile yerinizi tespit edebiliyor. Merak etmeyin, eski yöntemlerle sağlığınız kontrol altına alınacaktır. Sağlık kitine bağımlı kalmanıza gerek kalmayacak.”
“Ama sağlığımla ilgili tüm geçmişim o cihazın hafızasında depolu halde, eğer yok edersek nasıl kontrol edeceğiz?”
“Sizi çok iyi anlıyorum ama bunun bir tuzak olduğunu söylemek istiyorum. O cihaz, sizin ona bağımlı kalmanız için tasarlanmıştır. Yani son elli yıldır sürdürülen bir politika bu, sizi tam iyileştirmiyorlar, durumunuzu stabil tutup bağımlı olmanızı sağlıyorlar. Bize güvenin, sağlık kitinize gerek kalmayacak.”
“Güvenmekten başka çarem yok zaten. Tamam, söylediğini yapacağım.”
“Çok teşekkür ederim efendim.”
Volkan Hasanoğlu çok fonksiyonlu çantasından, son dijital aletini çıkarttı ve on dakika önce bir ordu insanla gelip kendisini gizlice kaçıran bu delikanlıya verdi. Delikanlı otuzlu yaşlarda, yuvarlak yüzlü ve oldukça işinin ehli birine benziyordu. Çağın bütün gençleri gibi o da en yüksek eğitimi almış olmalıydı, yoksa duruşundaki bu kendine güvenmişlik nerden geliyor olabilirdi?
Sağlık kitini alan delikanlı, penseye benzeyen bir aletle onu ezerek, parçaladı.
“Bu sizin güvenliğiniz için. Beş dakika sonra İstanbul’u terk etmiş olacağız. Saat on dörtte sizi liderimizle tanıştıracağım ve daha sonra yüksek güvenlikli çalışma odanıza varmış olacaksınız. Bütün istekleriniz karşılanacak ve size vereceğimiz daktiloyla tekrar yazmaya başlayabileceksiniz.”
“Daktilo mu?”
“Evet efendim, hiçbir dijital platforma bağlı olmayan, bildiğiniz mekanik daktilo. Biraz ilkel bir alet ama güvenliğiniz için buna mecburuz.”
“Anladım. Her halükarda hapis hayatı yaşayacağım yani.”
“Efendim, eğer yönetim sizi yakalarsa bir daha yazamaz ve bizi kurtaramazsınız. Eğer geçici bir sıkıyönetimle bizim himayemizde olursanız, yazacağınız yeni öyküyle düzeni değiştirebileceksiniz.”
“Haklısın. Eğer anlattığınız gibiyse, yeni öyküm yönetimi sarsacak. Tabii bu benim ölüm fermanım olacak ama ne de olsa ölüm beni korkutamayacak kadar yakınımda. Anlamışım değil mi?”
Delikanlı, hayran olduğu yazara büyülenmiş gibi baktı.
“Eğer saygısızlık etmeyeceksem, yeni öykünüzün adını öğrenebilir miyim?”
Volkan Hasanoğlu, delikanlıya gülümsedi. Hiç korkmuyordu. Sonuçta o, on dört kitap yazmış, yüze yakın öykü yayınlamış bir yazardı ve ömrünün son öyküsünü yazacak kadar enerjisi kalmıştı.
“Darbe.”
“Harika! Bence oldukça amacına hizmet eden bir isim olmuş.” Delikanlı bir çocuk gibi sevindi.
“Umarım harika olur.  Sonuçta yönetimden intikam almak isteyen sadece siz değilsiniz.”
“Haklısınız efendim. Bunu başaracağınızdan hiçbir şüphemiz yok.”
“Teşekkür ederim.”
Artık gökdelenler geride kalmış, akıllı yollar bitmişti. Araç şimdi yüzyıl önceki hızına geri dönmüştü. Tekirdağ yolu üzerinde ilerliyorlardı. Yeni öyküsü hakkında bütün kurguyu kafasında bitirmiş olan yaşlı yazar, tekrar dışarıya bakmaya başladı. Kalbi yorgundu ama daha önemlisi buruktu. Yazmaya başladığı yıllarda beş altı bin kişilik bir okuyucu kitlesi vardı ve bununla yetiniyor, hayatını idame ettirebiliyordu. Şimdi ise milyonlar onun yazacağı öykünün peşindeydi. Bunu idrak etmesi kolaydı ama kabullenmesi acı vericiydi.
“Geldik efendim. Az sonra liderimizle tanışacaksınız ve o size bilmek istediğiniz diğer bütün her şeyi anlatacak. Umarım bizi bu esaretten kurtarırsınız.”
“Umarım.” Yazar, delikanlıya dikkatli bir ifadeyle baktı. Daha sonra başını tekrar dışarıya çevirdi.
Araç, eskiden yazlık olarak kullanılan bir siteye girdi. Sitenin girişinde iki güvenlik görevlisi vardı. Aracı görünce hemen kapıyı açtılar. İçeri girince oldukça eski bir tatil köyüne geldiklerini anladı. Bir süre ilerledikten sonra, kapısında dört tane korumanın beklediği bir villanın önünde durdular. Sıralı bir şekilde dizilmiş villaların en temizi ve canlısı buydu. Volkan Hasanoğlu araçtan inerken, sanki devlet başkanıymış gibi güvenlikler etrafını sararak, abartılı bir şekilde çevreyi gözlemeye başladılar. Ellerindeki silahlar haricinde garip görünümlü elektronik aletleri vardı. Villanın kapısında uzun boylu, sakallı bir adam belirdi. Anlaşılan lider bu adamdı. Ondan başka hiç kimsenin sakalı yoktu, ondan başka hiç kimsede liderlik pırıltısı yoktu.
“Hoş geldiniz efendim. Önünüzde saygıyla eğilmekten gocunmuyorum.”



( 2 )



“Size her şeyi baştan anlatmam gerekecek.”
Volkan Hasanoğlu, liderin ardından bu büyük ve sade odaya girdiğinden beri, yıllardır özlediği tuhaf bir duygunun esiri olmuştu. Hemen hemen hiç bir elektronik eşyanın olmadığı odada yalnız değillerdi. Liderin çalışma masasın sağında bir dinlenme koltuğu vardı, genç bir adam koltuğa uzanmış kitap okuyor, elindeki kalemle notlar alıyordu.
“Burada tam olarak ne yapıyorsunuz?”
“Bizler yönetimin yasakladığı kitapları okuyor ve onları hayata nasıl geçireceğimize bakıyoruz.”
“Anladım, çok iyi organize olmuşsunuz.”
“Tam da öyle. Bu binada sadece otuz kişiyiz ama Türkiye’nin her yerinde adamlarımız var. Sayımız toplamda dört bin civarında. Eğer siz bize yardımcı olursanız, tekrar insanlar okumaya başlayacak ve her şey düzelecek.”
“Benim öykümün bu kadar çok şeyi değiştireceği fikrine nereden kapıldınız peki? Bence bu biraz fazla değil mi?”
“Biraz önce söylemiş olduğunuz gibi, iyi organize olduk. Ve sadece bize bir ateşleyici lazım. O da sizsiniz. Sizden sadece öykünüzü yazmanızı, gerisini bize bırakmanızı bekliyoruz. Göreceksiniz, hem sizin için, hem bizim için oldukça iyi sonuçlar verecek.”
“Tamam, yardımcı olacağımı zaten söylemiştim. Ama daha iyi idrak edebilmem için daha fazla bilgiye ihtiyacım var.” Adam merak ve hoşnutlukla etrafını setretmeye koyulunca, lider, bu seyre bir süre susarak müsaade etti.
Yazar bu suskunluğu fark edip döndüğünde, lider çekmeceden bir dosya çıkartıyordu. Yazarın meraklı bakışları arasında dosyayı onun önüne uzattı.
“Bu, yeni yasanın bir kopyası. Yasa kati bir dille kitap okumayı ve bu kitapları gerçek oyunlara çevirmeyi yasaklıyor.”
“Bu yasağa neden gerek duydular?”
Aslında sorduğu sorunun cevabını biliyordu ama son yıllarda kaçak yaşadığı için birçok şeyi takip edememişti.
“Bakın, Temmuz 2078 134325as yasasına göre, kitap okumak yasaklandı. Gerekçe ise, insanların kitaplardaki öyküleri gerçek hayata uygulayarak, oyun yaratması. Bunun sonucunda birçok suç gelişti. Örnek olarak sizin kitaplarınızdan birini vereceğim. ‘Beyaz Adamlar’ adlı kitabınızdaki öykülerden bir tanesini yaşayan bir genç, kendini oradaki katilin yerine koydu ve seri cinayetler işledi. İnanın muhteşem bir öyküdür. Hepimiz o öyküyü birkaç kez yaşadık. Elbette kimseyi öldürmedik ama o genç kendini kaptırıp cinayetler işledi. Şu an, sizin kitaplarınız ve diğer bütün kitaplar toplatıldığı halde, el altından kitaplarınızın satışı devam ediyor. Anlayacağınız, dışarıda insanlar cinayet işlemeyi bırakmadılar.”
“Eyvah! Yazdığım gerilim öyküsünü bir genç gerçek hayata uyguluyor, kendini oradaki katilin yerine koyuyor, gerekli ortamı hazırlıyor ve birilerini öldürüyor, öyle mi?”
“Aynen öyle. Ama sizin bir suçunuz yok. İnsanlar yabancı yazarları da okuyor ve yaşıyorlar ama sizin öyküleriniz bu ülkede geçtiği için, daha elverişli.”
“Aslına bakarsan devletin bu yasayı çıkartmasında bir yanlış yok. Ben kimse cinayet işlesin diye o öyküleri yazmadım. Olaylar buraya geldiyse muhakkak önlem alınması gerek.”
Lider, başını geriye doğru çekti ve öfkesini gizlemeye çalıştı. Daha sonra derin bir soluk alarak yazara doğru eğilerek, devam etti.
“Tekrar söylüyorum, karşınızda saygıyla eğilmekten gocunmam ama beni ve bu ülkenin yasakçı zihniyetine başkaldıran binlerce insanı anlamanızı istiyorum. Bizler anarşik bir eylemin üyeleri değiliz, devrim gibi safsatalar peşinde koşmuyoruz. Sadece herkesin gönlünce kitap okumasını ve yaşamasını istiyoruz. Bu çağda, bundan başkasını yapamayacak hale geldik.”
“Peki, cinayetler ne olacak o zaman?”
“İstanbul’da kaç kişi yaşıyor biliyor musunuz? Ben söyleyeyim, tam elli dört milyon insan. Bu rakam çok daha fazla olabilirdi ama mecburi göç yasasından haberiniz olmuştur. Yani insanların bütün eğlencesini elinden almaya kalkarsanız, cinayette işlenir, yolsuzlukta yapılır. Cinayetler, yasakların çıkmasından sonra başladı. Eğer yasak kalkar, devlet düzgün bir kontrol sağlarsa, cinayetlerin büyük bir kısmı engellenir.”
“Anlamıyorum. Neden başka bir eğlence bulmuyorsunuz? Neden kitap okuyup, kahramanların hayatlarını taklit ediyorsunuz.”
“Cevap çok basit Volkan Bey, bunun adı gerçek yaşam. Biz monotonlaşan hayatlarımızı renklendirmeye çalışıyoruz. Size bir örnekte vereyim. Kadıköy’de bir plato kuruldu. Tabii yasaktan önce, şimdi kapalı. Platonun özelliği, savaş öyküleri sevenlere gereken atmosferi sağlamaktı. Öykünüzü sisteme giriyordunuz ve kahramanınızı belirliyordunuz, sonra her şeyi gerçek olarak yaşıyordunuz. Bu nasıl sizce? Bunun adına kontrol deniyor. Ama yönetim, kontrolü yasakla sağlamaya çalışıyor. Şimdi bütün öyküler karaborsada. Ve insanlar öfkeli. En çok satılan öyküler, maalesef sizinkiler. Şiddet ve gerilim öyküleri. Herkes birilerinin canını yakmanın yolunu arıyor. Şimdi çivi çiviyi söker kuramından yola çıkarak bu düzeni sizle bozacağız.”
“Bu aralar en çok okunan benim öykülerim olduğu için, beni seçtiniz yani. Popülaritemi kullanıp işleri tersine çevireceksiniz.”
“Bu biraz acımasızca geliyor kulağa ama tek ihtiyacımız, yazacağınız yeni öykünün bir an önce dağıtılması. Diğer her şey hazır.”
“Yeni öyküm el altından satılacak ve hükümeti devireceğiz, öyle mi?”
“Aynen öyle. El altından dağıtacağız, yani satış olmayacak. Maddi bir gelire ihtiyacımız yok.”
“Yazacağım öykü, böyle bir amaca hizmet edecek mi? Şüpheliyim.”
“Siz öykünüzü yazın, gerisini bize bırakın. Dört bin üye sizi bekliyor.”
“Ya başaramazsak?”
Lider ilk kez öfkesini açıkça belli etti. Eliyle yardımcılarından birine işaret ederek bir şey istedi. Yazara tekrar döndüğünde öfkesi silinmemişti.
“Volkan Bey, bize yardımcı olmak zorundasınız. Sonuçta bu yasa sizi idam etmenin peşinde. Ve bizleri uyuşturup robotlar gibi yaşamaya mahkûm etmek istiyorlar. Piyasaya sürdükleri grip ilaçlarında bile insanları monotonlaştıran kimyasal bileşenler var.”
“Anlamıyorum. Diyelim ki hükümet bu yasayı kaldırdı ve sizler yeniden kitap okuyup bunları yaşamaya başlayacaksınız, ya daha sonra ne olacak? Bu oyundan da sıkıldığınızda ne olacak?”
“Biz bu yasayı kaldırmak için savaş vermiyoruz efendim, biz hükümeti devirmek istiyoruz.”
“Hadi canım sizde, bu çağda hükümet devirmek o kadar kolay mı? Hele bunu bir öyküyle sağlamak.”
“Hem de çok kolay.” Lider sakindi artık. Büyük bir balık tutmanın keyfiyle yüzündeki güven arttı. “Bakın, insanlar televizyon izlemiyor, spor yapmıyor, sinemaya gitmiyor, gazete okumuyor ve mecbur bırakıldıkları hiç bir şeyi istemiyor. Dijital arkadaşlıklardan, hazır yemeklerden ve kötü müzikten bıktı. İnsanlar okumaktan ve okuduklarını yaşamaktan hoşlanıyorlar. Okudukları aşkları, maceraları, mücadeleleri yaşamak istiyorlar. Bu, hükümet için büyük bir tehdit. Biz tam bu noktada el altından yeni bir öykü yayacağız. Hem de en sevdikleri yazarın kaleminden ve taptaze. En son öykü bir yıl önce yayınlandı bunu biliyor musunuz?”
“Daha iyi anlıyorum ama anlattıklarınız beni korkutuyor, üzerimde büyük bir baskı oluşturuyor. O kadar sistematik bir kurguyu nasıl yazacağım konusu beni geriyor. Aslında bunu yapmak istiyorum. Neye mal olursa olsun, sonucu ne olursa olsun o öyküyü yazmak istiyorum.”
“Evet, bunu sadece siz yapabilirsiniz. Ben ve tüm ekibim size sonsuz güveniyoruz. Lütfen bizi bu esaretten kurtarın. Ne yazacağınızı bilmem ama halkı uyandırmamız gerek. Bu alçakça düzeni dağıtmalıyız.” Lider dişlerini sıkmış, kendini olayın büyüsüne kaptırmıştı.
“Anlıyorum.”
“Üzgünüm her şeyi hızla ve karmaşık anlatıyorum, çünkü zamanımız çok az. Sizin bütün güvenliğinizden biz sorumluyuz. On dört tane yüksek bilgisayar mühendisi ve bir o kadar da ileri güvenlik uzmanı tarafından korunacaksınız. Yazdığınız her bölüm anında üyelerimize ulaşacak ve değişim başlayacak. Şimdi kafanıza takılan başka bir şey var mı? Lütfen söyleyin bu çok önemli.”
“Aslında çok şey var aklımda ama öykümü yazacağım. Buna karar verdim zaten, yazıp size vereceğim. Sonuçta ben bunu yapmazsam işler çığırından çıkacak.”
“Hayır, çıktı bile. Her gün binlerce insan öldürülüyor.”
“Anladım, elimde olmadan yaptığım karmaşayı yine aynı yöntemle, yani yazarak düzelteceğim. Sonra da aklanacağım.”
“Sizin bir suçunuz yok demiştim ama görüş açınıza saygı gösteriyorum. Sonuçta sizin beyniniz, en iyisini kurgular.”
Tam o sırada yanlarına bir kadın geldi. Elinde bir tepsi ve üzerinde iki bardak vardı.
“Bu nedir?”
Lider gülümsedi.
“Çay efendim, organik, gerçek Karadeniz çayı, özlemişsinizdir. Malum yasakçı yönetimin, yıllar önce komik bir sebeple engellediği çay. Afiyet olsun.”
Volkan Hasanoğlu çocuk gibi sevinmişti. Uzandı ve klasik çay bardaklarından birine aldı.
“Kıtlama mı içersiniz?”
“Beni nasıl kandıracağınızı iyi biliyorsunuz.”



( 3 )



On altı gün sonra, öyküsünün ilk bölümünü bitirişinin ikinci gününde, yazarı ziyarete gelen lider, Volkan Hasanoğlu’nu daktilosunun başında göremedi. Yazar, dinlenme koltuğunda oturmuş kalınca bir kitap okuyordu. Lider, kapıyı saygıyla çalmış ve içeri girer girmez yüzündeki tebessümle odayı aydınlatmıştı.
“Efendim, muhteşem haberlerim var size.”
Yazar koltuktan uyuşuk ama meraklı hareketlerle kalkarak liderin coşkusunu karşıladığında, içindeki ümit tam anlamıyla alevlenmişti. Kitabı saygıyla koltuğun yanındaki çalışma masasının üzerine bıraktı ve liderin elini sıktı.
“Seni böyle görmek ne kadar güzel delikanlı. Anlat bakalım neler oluyor dışarıda?”
Lider çalışma masasının diğer tarafındaki sandalyeye oturdu ve yazara da oturmasını nazikçe işaret etti. Yaşlı adam konuğu kadar hızlı hareket edemiyor olsa da, yine de hatırı sayılır bir çabuklukla daktilosunun başına geçti.
“Efendim, öykünün ilk bölümünü bütün ekibimize dağıttık, şu kadarını söylemek istiyorum, okuyan herkes hayran kaldı.”
Yazar bu tepki karşısında biraz olsun şaşırdı ama bunu kuşku olarak yansıttı.
“Ağır ol bakalım, daha yirmi sayfalık bir ilk bölümden bahsediyoruz. Burada abartacak bir şey yok.”
“Ah, bu alçak gönüllülüğünüzün önünde eğilmekten gocunmuyorum. Şu an dışarıda yazdığınız Kemal karakterini oynamaya başlayan kaç kişi var, bir bilseniz.”
“Ama öykü daha bitmedi ki, hatta daha yeni başladı. Ben dâhil hiç kimse öykünün sonunda ne olacağını bilmiyoruz.”
“Doğru söylüyorsunuz ama biz öykünün bitmesini bekleyerek zaman geçirmeyi göze alamayız. O yüzden bütün inancımızla bu oyuna başladık bile. Siz ve ben haricinde, ekibimizin geri kalan her üyesi, o öykünün ilk bölümünü özümsedi bile. Yeni bölümün gelmesini iple çekiyorlar. Herkes evinde bir masa kurmuş ve masanın başında planlarını yapmaya başlamış bile. Dört bin değişik plan hazır.” Lider karşısındaki yaşlı adama o kadar gururla bakıyordu ki, kendini kaybettiğinden haberi yoktu. “Daha öykünün adını duyunca insanlar olayın büyüsüne kapıldılar. ‘Darbe!’”
Volkan Hasanoğlu liderin gözlerindeki ışıltıda yolunu bulmaya çalışıyormuş gibi, bakışlarını genç adamın gözlerinden çekmeden dinliyordu. Konuşma bitince renkler normale döndü.
“Delikanlı işlerin bu kadar hızlı ilerlemesi sence doğal mı?”
“İstediğimiz bu zaten. Hızla başlayalım ve onlar daha ne olduğunu anlamadan savunmalarını parçalayalım.”
Yazar geriye doğru yaslandı, derin bir soluk alarak düşünmeye çalıştı. Bir kahraman yaratmak, ona zaferler kazandırmak, yenilmez yapmak kâğıt üzerinde o kadar kolaydı ki, sadece daktilonun doğru tuşlarına basmak kadar basitti. Hayal ürünü düşmanlar, yazarın inisiyatifi doğrultusunda yapılan yanlışlar, kahramanın değilse bile, ona hayat veren yazarın bildiği gerçekler.
Yazar, soluğunu tuttuğunu canı yanınca anladı ve hızla soluğunu düzene soktu.
“Bak delikanlı ben yaşlı bir adamım ve anlattığın her şey benim sırtımdaki yükü daha çoğaltıyor. Baskı altında yazacağım yanlış bir şey, her şeyi mahvedebilir. Üstelik herkes plan yaptı diyorsun ama kahramanın planı daha belli değil. Sadece planlar yapmaya başladığını yazdım.”
“Endişenizi anlıyorum efendim. Siz hiç merak etmeyin. Tek bir kuralımız var, öyküde yazılanın dışına çıkmayacağız. Diğer taraftan, siz öyküyü yazarken süreç zaten sizin yazdığınız boyutta ve süratte ilerliyor. O yüzden kendinizi hiç baskı altında hissetmeyin. Ben her şeyin tahmin ettiğimizden bile iyi başladığını bildirmeye ve bir ihtiyacınızın olup olmadığını öğrenmeye geldim.”
Yazarın içi biraz olsun serinlemiş olmalıydı ki, yüzünde tatlı bir tebessüm oluştu.
“Biliyor musun ikinci bölüme başladım.”
“Harika.”
“Ama durdurdum.”
Lider kaşlarını çattı. “Neden efendim? Yolunda gitmeyen bir şey mi var?”
“Hayır, tam kilit noktadayım ve stratejik bir karar vermeliyim, o yüzden iki gündür okuyorum. Önümde iki seçeneğim var ve birini seçmeliyim.”
“Nasıl yardımcı olabilirim?”
“Beni sahaya çıkarman gerek.”
“Anlamadım.” Lider elinde olmadan ayağa kalktı ve tuhaf bir şekilde yazarın kapıdan çıkmasını engellemeye çalışacakmış gibi kapıya yönlendi.
Yazar şaşkınlıkla genç adamın bocalamasına baktı. “Sakin ol delikanlı, beni bir kereliğine sahaya çıkaracaksın ve söylediğim yerlere götüreceksin, daha sonra kararımı verip hızla öykümü bitireceğim.”
“Neden efendim? Öğrenmeniz gereken her şey için her birimden, her kesimden insanlarla görüştürdüm sizi. Her binanın planını, her silahın özelliklerini açıkladık size. Askeri strateji uzmanlarıyla, polis merkezinden kritik insanlarla görüşmeler sağladık. Bilmeniz gereken başka şeyler varsa hepsini size seve seve sağlayabilirim ama dışarıya çıkmanız hiç güvenli değil.” Lider korkmuştu gerçekten ve bunu belli etmekten de çekinmiyordu.
“Hepsini inceledim, herkesle görüştüm ama on beş gün içinde böylesine bir kararı vermek çok zor. Ama bir yolunu buldum. Okuduğum kitaplardan biri bana çözümü sundu. Sadece dışarı çıkıp küçük bir araştırma yapmalıyım. Bunun için müsaade edeceksin. Beni anlıyor musun? Yoksa bunca insanı saçma sapan bir rüyanın peşinden sürükleyemem.”
“Efendim dışarı çıkmanız çok tehlikeli. Sizi korumak için sarf ettiğimiz çaba her an boşa gidebilir.”
“Bütün çabalar boşa gidebilir.”
Lider yaşlı adamın kararlılığı karşısında ezildi ama içindeki coşku artarak yükselirken, başıyla yazarı onayladı.
“Ben hazırlıklara başlıyorum efendim. Başka istediğiniz bir şey var mı?”
“Evet, var. Benim öykümü oynamaya başlayan biriyle konuşmak istiyorum. Nasıl bir etki yaratmışım görmek istiyorum. Hatta o kişiyi sürekli incelemek ve analiz etmek iyi olabilir.”
“Nasıl isterseniz.”
Lider kapıdan çıktığında geride, harflerden örülü bir ağın tam ortasında yazarı bırakmıştı.



( 4 )



Lider tekrar odaya girdiğinde aradan on iki saat geçmiş, yazarı çalışma odasının diğer ucundaki uyuma koltuğunda, ilkel bir tıbbi cihazın hemen yanında kendinden geçmiş bir halde bulmuştu. Sabahın dört buçuğunda kalkması gerektiğini bilmeyen Volkan Hasanoğlu, kendini rüyalarına teslim etmiş olmalıydı.
Bir saat sonra, tam korumalı o siyah arabayla İstanbul sokaklarındaydılar. Dört araçlık çok sıkı bir güvenlik sağlanmıştı. Gidilecek yerler, geçilecek yollar, yazarın belirlediği doğrultuda ayarlanmış, her yere darbenin adamları konmuştu.
Aslında yazarın istediği yerlerin yarısından çoğu araç trafiğine kapalı olduğu için ve diğer hiçbir ulaşım aracına binmesine izin verilmediği için, gezisi yarıda kalacaktı. Yine de doyurucu bir gezi olmuştu.
Taksim meydanından geçerlerken insanları seyreden yazar, kendini tuhaf hissetti. İnsanlar sadece yürüyorlardı.
“Bir sene evveline kadar bu caddenin üzeri çok canlıydı. Panayır alanı gibiydi. Herkes bir kitabın kahramanıydı ve onu yaşıyordu. Şimdi insanlar ne kadar monoton, ne kadar kalıplaştırılmışlar değil mi?” Lider, yazarın yüzüne bakmadan derin bir kederle konuştu.
Siyah araç sahil yoluna inip Bebek istikametine ilerlerken, akıllı yolların üzerinde asılı olan elektronik reklam tabelalarında, durmadan tanıtımlar dönüyordu. Halkın devlet televizyonunu izlemesini, devlet radyolarını dinlemesini ve milli maçı seyretmek için futbol sahasına gelmesini diretiyordu. İnsanların dikkatlerini hapseden elektronik tabelalar hemen her yerdeydi.   
“Futbol maçı mı? Bu yirmi yıl önce sönen bir gelenek be, hala önümüze sürdükleri şeye bak.” Lider başını tabelalardan ayırmadan söylendi.
Yaşlı yazar, liderin imalı tepkilerini algılıyor, derinlemesine kabulleniyordu ama o istediği şeyleri kendi kabullenmeliydi.
Tabelalarda yirmili yaşlarda bir futbolcu, önündeki topu sektiriyor, ekrana gülümseyerek kaleye şut çekiyordu. Görüntü topla beraber ilerliyor, filelerde milli takımın logosu çıkıyordu. Aracın hızıyla tabelalardaki zamanlama iyi ayarlandığı için, bütün tanıtım rahatça izlenebiliyordu.
“Eskiden insanlar sahile, gökyüzüne ve birbirlerine bakarlardı. Oysa şimdilerde her yer ekran olduğu için, nefes alacak yerimiz kalmadı.”
Yazar hiç konuşmadan ve hiç not almadan dışarıyı seyretmeye devam etti. Üç buçuk saat sonra, hiçbir güvenlik sorunu yaşanmadan geri dönmüşlerdi.
Volkan Hasanoğlu, çalışma masasına oturduğu zaman arkasına yaslandı. Lider bir arzusu olup olmadığını sorduğunda ise, yazarın gözlerinde derin bir kaygı gördü.
“Delikanlı, olayları biraz abarttığını zannediyordum ama bugün gördüğüm manzara bana her şeyi açıkladı. Haklıymışsın. Bu halkın darbeye ihtiyacı var.”
“Bizi anladığınız için teşekkür ederim efendim.”
“Senden bir şey daha isteyeceğim. Yazıma başlamadan biraz içkiye ihtiyacım var.”
Lider bir an durakladı ama sonunda çözüldü. “Ne içmek isterseniz efendim, söylemeniz yeter.”
“İki duble rakı.”
“Çok iyi seçim efendim.”
Lider başıyla onaylarken gülümsüyordu.



( 5 )



 Bir buçuk ay içerisinde, bir edebiyatçının bu yasakçı düzeni, bu denli hızlı değiştireceğini hiçbir tarihçi tahmin edemezdi.
Volkan Hasanoğlu çalışma masasındaki ilkel daktilosunun başında, bir buçuk ayda ancak kırk sayfa yazabilmiş, geri kalan zamanını el altından toplattığı tarih ve strateji kitaplarını inceleyerek, günde en az on uzmanla görüşerek geçirmişti. Şimdi bir yönetimi devirmek, bir düzeni yıkmak için yazıyordu. Üstelik karşısında milyonlarca polis, uzman ve bilimci vardı.
Artık son hamledeydi sıra. Öyküsündeki kahraman, darbe girişimi için gereken çalışmayı yapmış, kendine halktan bir ordu kurmuş, bütün sistemin açıklarını saptamış ve malzeme depolamıştı. Darbe için birkaç sayfa yeterli olacaktı.
“Merhaba efendim. Karşınızda saygıyla eğilmekten gocunmam. Buyurun en sevdiğiniz meyveler.”
Volkan Hasanoğlu önüne konan gerçek meyvelerden birini aldı ve ısırırken büyük bir keyif duydu. Elmanın ekşiliği yanaklarının mayhoşlaşmasına sebep oldu.
Yazarın hizmetiyle ilgilenen genç kadın, saygıyla odadan çıkarken, daktilonun başındaki adama umutla bakınca, Volkan Hasanoğlu’nun yine içi ürperdi. Bu her karşılaşmalarında böyle oluyor, kadın minnetle her baktığında yaşlı adamın kalbi çatırdıyordu. Her şey yolundaydı ama o kadındaki umut kendisini korkutuyordu. O umudu taze tutması, o güveni kaybetmemesi gerekiyordu. Diğer yandan kadını her gördüğünde, o umudun taze olduğunu, işlerin yolunda gittiğini anlıyordu.
Düşünceleri hastalıklı bir hal almaya başladığı sırada, odaya lider girdi. Yüzü gülüyordu. Yanında yirmili yaşlarda ama kendinden emin bir genç vardı. Genç, yazarı karşısında görünce büyük bir saygıyla gülümsedi ve başıyla onu selamladı.
“Efendim, karşınızda saygıyla eğilmekten gocunmam.”
“Hoş geldin delikanlı. İsmin nedir?”
“Kemal, efendim.”
“Demek ismin Kemal, öyle mi?”
“Evet efendim.”
“Peki, Kemal komutanım, kaç askerin var?”
“Kırk dört subay, yüz on iki astsubay ve dört yüz seksen beş tane er ve erbaşım var.”
“Hepsi silahlı mı peki?”
“Altmış tane hafıza bombasına ihtiyacım var ve onları temin için liderimizin yanına geldim efendim.”
“Hafıza bombasını bana açıklar mısın genç Kemal?”
Genç Kemal, liderine döndü ve bu gizli bilgiyi verip veremeyeceğini bakışlarıyla sordu. Lider sakallarını kaşıdığı eliyle devam etmesini işaret etti.
“Hafıza bombası, atıldığı yerden üç yüz metre civardaki tüm hard disk hafızalarını silen, sessiz, kokusuz ve iz bırakmayan bir silahtır. Hükümetin böyle bir silahtan haberi olmadığı için, savunma silahı geliştirememişlerdir.”
Yazar silah hakkında çok daha fazla bilgiye sahipti ve silahın geliştirilmesinde birçok fikir beyan etmişti ama karşısında kendi yarattığı bir kahramandan bunları duymak onu çok fazla rahatlatıyordu.
“Çok güzel ama sadece hafıza bombası mı kullanacaksınız?”
“Hayır efendim, askerlerim gereken eğitimden geçti ve gereken silahlarla donatıldı. Öykünün son bölümündeki hareket planına uyarak, oldukça kapsamlı bir darbe gerçekleştireceğimizden eminim.”
Yazar korku ve gurur karışımı bir ses tonuyla karşısındakini sınamaya devam etti. “Demek bu kadar eminsin, söyle bakalım nasıl emin olabiliyorsun?”
“Biz yazılmış bir öyküyü yaşıyoruz efendim. Darbe girişimi, eğer öyküde gerçekleşiyorsa, bizde onu yaşayacağız. Bu yüzden her şeyi harfiyen yerine getiriyoruz.”
“Peki, genç Kemal son bir soru soracağım ve seni zaferini yaşaman için rahat bırakacağım.”
“Gocunmam efendim.”
“Gerçek adın nedir?”
Genç Kemal duydukları karşısında bir an afalladı. O büyük zafer kazanacak bir komutandı, o yüzden hemen kendine geldi. Tekrar liderine baktı ama bu sefer hiçbir tepki alamadı.
Yazara döndü ve gururla konuştu.
“İsmim Kemal efendim. Kırk dört subay…”



( 6 )



Dikkatle yazmaya devam etti. Baskı, endişe ve yorgunluk dünyasını balçık gibi sararken, bunlar kendini çok daha fazla işine vermesine yol açtı. Yazdı, yemek yedi, yazdı, uyudu ve sonunda sıra darbenin düğmesine basmaya geldi. Artık birkaç cümle yazacak ve büyük bir orduyu harekete geçirecekti. Son hamleyi yapmadan önce lideri çağırmak için kapıya yöneldi.
Üç dakika sonra lider kapıdan girecekti, yazar bu kadar bile beklemek istemiyordu. Yazdığı öyküye o denli kendini kaptırmıştı ki, dışarı çıkıp kendisi de bir ordu kurmak istiyordu. Beyni hariç her yeri uyuşmuş, vücudu dört duvar arasında kalmaktan solmuştu.
Kısa bir an sonra saçma düşündüğünü kabul edip, mahkûm olduğu daktilosunun başına geçip, beklemeye başladı. Lider içeriye girdiğinde yorgun ve yaşlı bir adamla karşılaştı.
“Karşınızda saygıyla eğilmekten gocunmam. Bitti mi efendim?”
“Teşekkür ederim. Hayır, bitmedi ama bitmesi için birkaç cümle yazmam yeterli olacak. Önce anlat bakalım nasıl gidiyor?”
“Tek kelimeyle muhteşem.”
“Öyle mi?”
“Evet efendim her şey yoluna girdi. Herkes öykünün son bölümünü bekliyor.” Lider saygılı hareketlerle çalışma masasının yanına ilişti, içindeki coşkuyu dışarı vurarak konuşmasına devam etti. “Siz öyküye başladığınızdan beri, tam dört bin sekiz yüz on iki kişi, sizin yarattığınız karakteri oynamaya başladı. Yani bu sayıyı, onların bulduğu halk ordusuyla çarparsanız, korkunç bir direniş oluşmuş durumda.”
“Bunları biliyorum, hükümet hala benim öykümü fark edemedi mi?” Sesindeki gerginlik, ıslanmış bir yaprak gibi parıldıyordu.
“Öykünüzden haberdarlar.”
“Ne olacak peki?”
“Efendim siz farkında değilsiniz galiba ama devlet, öykünüzdeki gizliliği çözemedi, çaresizce çırpınıyorlar. Sadece biraz daha acele etmemiz dışında korkulacak hiçbir şey yok. Çok yakında dünya eski düzenine dönecek efendim.”
“Anlıyorum. Hükümetin geliştirdiği başka bir güvenlik önlemi falan var mı? Bana bütün savunma sistemlerinin ayrıntılarını verdiniz değil mi? Son anda bir sürprizle karşılaşmayalım.”
“Efendim, devletin içinde direnişçi ajanlarımız var. Hatta sizin kahramanınızı oynayan bir düzine devlet adamı bile var. Bize sistemden sürekli bilgi sızdırıyorlar.”
“Koca hükümet bu öyküden haberdar ve bunun için bir tedbir almadı mı yani? Bundan nasıl emin olabiliyorsunuz?”
“Efendim, şöyle açıklayayım, siz öykünüzü yazarken, bu kapının dışındaki büyük bir ekip bu planın gerçekleşmesi için bütün detayları en ince ayrıntısına kadar inceliyor ve yönetiyor. Bunu yaparken benim bile tahminimden fazla bir oluşumla çalışıyoruz.”
“Vay be. Ben olayın ciddiyetini algılayamıyorum. Sonuçta sahada değilim, bu dört duvar arasında sizlerin sözlerinizle ilerliyorum.”
“Muhteşemsiniz efendim. Birkaç gün sonra bu ülkenin kahramanı ilan edileceksiniz. Ve eğer kabul ederseniz, benimle birlikte devletin başına geçmenizi istiyorum.”
Volkan Hasanoğlu gülümsedi. Bu acı bir gülümseyişti aslında. Bu vaatlerin peşinde değildi muhakkak ama korkmaya başlamıştı. Eğer her şeyi eline yüzüne bulaştırırsa ne olacaktı?
“Sizden bir şey isteyeceğim. Son cümlelerimi yazmadan bu isteğimi yerine getireceğinizi umuyorum.”
“Her türlü isteğiniz, sorgusuz yerine getirilecektir. Buyurun.”
“Sorgusuz değil mi?”
“Kesinlikle!” Lider gururluydu.
Ne olabilirdi ki?
“Bana bir silah bulmanızı istiyorum.”
Liderin yüzü karmakarışık oldu.
“Silah mı dediniz? Neden efendim?”
“Sorgusuz demiştiniz ama.”
Lider gerildi. “Anlıyorum silahı bulacağım ama nedenini öğrenmek istiyorum. Bunu sorgu olarak almayın.”
“Bak delikanlı, ben kontrolüm dışında bir savaş başlatmak üzereyim ve bu savaşta çok kan dökülecek. Eğer bu savaşı ben başlatacaksam bir silahım olmalı. Bunu anlamanı bekliyorum. Silahsızken ve o iğrenç aletin soğukluğunu hissetmezken nasıl böyle bir şey yapabilirim.”
“Silahı güvenliğiniz için mi istiyorsunuz?” Lider biraz alınmış gibiydi.
Yaşlı adam gülümsedi. “Bak delikanlı benim bir şeyden korkacak yaşım çoktan geçti. Bu konuda için rahat olsun. Sana daha fazla açıklama vermeyeceğim. Silahı getirdiğinde öykünün sonunu alırsın. İşte anlaşma.”
Lider kalbini saran ateşi hissedince ne yapacağını bilemedi. Aklına mantıklı birkaç açıklama geliyordu muhakkak ama öylesine büyük bir savaşı yönetiyordu ki, bazen olayları akışına bırakmak zorunda olduğunu biliyordu. Mecburdu ve söyleneni yapacaktı. Yazarı selamladı. Bakışlarıyla ve ifadesiyle ona olan hayranlığını anlattı. Daha sonra yazarın karşısında eğildi ve kısa bir süre o şekilde bekledikten sonra doğruldu. Bunu ömründe ilk kez yapıyordu.
“Karşınızda saygıyla eğiliyorum efendim.”



( 7 )

   

Sorgusuz, bir silah temin edildi.
Volkan Hasanoğlu öyküsünü bitirdi ve teslim etti. Dört bini aşkın ayrı ordu, darbe girişiminde bulundu. Çok kan döküldü. Hükümet darbe girişimine boyun eğmedi ama çok yıprandı. Tarih kitapları yeniden yazılmaya başlandı, ilk yazdıkları olay bu savaş olacaktı. Dört binden fazla mensubu olan, dört binden fazla orduyla savaşan bir devletin çaresizliğini yazacaklardı.
En çok hafıza bombalarından etkilendi devlet. Yazılı hiçbir döküm bırakmayan çokbilmişler, ellerindeki tüm verinin silindiğini anlayınca, yıkılmaktan beter oldular. Sadece akılda kalan yasalarla hiçbir şey yapamayacaklarını bildikleri için, çaresiz kaldılar.
Darbeciler öyküde yazdığı gibi ilk saldırının ardından, ana şok saldırıya hazırlanıyorlardı. Bundan kurtuluş yoktu elbette. Her bir ordunun lideri Kemal, askerlerini tekrar topladı ve onlara ömürlerinin en önemli konuşmasını yaptı. Yarınki saldırı son olacaktı.
Tamda öyküde yazıldığı gibi.
Lider, zafere bir karış kaldığını bildirmek için yazarın çalışma odasına girdiğinde, onun cansız bedeniyle karşılaştı. Aklına bu olasılık gelmişti ama bunu engelleyecek kudreti olmamıştı.
Lider dediğin olayları kabullenmeliydi ve her şeye hazırlıklı olmalıydı ama nihayetinde o da bir insandı. Gözleri doldu ve yaşlı yazarın cansız bedeninin karşısında bir süre saygıyla bekledi. Ona çok daha fazla saygı duydu, ona çok daha fazla minnet duydu. Başını eğerek bir süre daha bu pozisyonda kendince tören yaptı.
Bu haberi, zaferlerini ilan edinceye kadar duyurmayacaktı. Yeni kuracağı hükümetin başına geçtiğinde, Volkan Hasanoğlu’nu kahraman ilan edecek ve devlet töreni düzenleyecekti.
Yazarın daktilosunda bir kâğıt vardı.
Lider titreyen elleriyle kâğıdı aldı ve okudu.
“Asla vazgeçmeyin. Öyküdeki kahraman öyle birini örnek alıyordu ki, eğer ona inanırsanız, Türkiye Cumhuriyetini kuran kahraman gibi, sizi kurtaracaktır.”



SON

                                             ( DARBE )
EROL ÇELİK
2005