HEYULA (*)
Yaşlı kadınlardan nefret
ederim.
Hele bunlardan biri benim karımsa...
1974 yılında televizyon denen makine sadece
belediye başkanı olacak o mendebur adamın evinde vardı. Adamın adını
hatırlayamayışımın sebebi, onu herkesin kır bıyık lakabıyla çağırmasındadır.
Malum, adamın bıyıkları tamamen kırlaşmıştı ve saçlarını boyadığı boyayla
bıyıklarına asla dokunmazdı, düşünün artık ne kadar komik göründüğünü. Canına
kustuğumun mıymıntısı nerden aklıma geldiyse, televizyon denen o alet bir onun
evinde vardı ve ben o aletin nasıl bir şey olduğunu hatırlayamıyorum bile.
Bizim hayatımız radyoydu. O yıl dünya kupasını büyük bir merakla beklemiştim ve
tuttuğum takım Hollanda’yı Almanlar karşısında desteklemek için radyonun
başında pür dikkat bütün spor haberlerini takip ediyordum. Televizyona sadece
final maçı için heveslenmiştim ama asla kimseye boyun eğmeyen bir yapım
olduğundan, radyo bana yetiyordu. Sadece spor haberlerini dinlemek bizim
buralarda ayıp sayıldığı için, kasabadaki diğer akranlarımla sohbet edecek
kadar siyaset duymam yeterliydi. Ecevit, ortanın solu sloganıyla oyları
toplamış ama hükümet olamadığı için Erbakan’ın MSP’siyle koalisyon kurmak
zorunda kalmış, Kıbrıs’ta da işler karışmıştı. Bundan fazlasını bilmeme gerek
yoktu. Mutlu bir evliliğim, kendime yetecek kadar arazim ve sağlam bir zekâm
vardı. Şanslıydım ve iyi bir kadınla evlenmiştim.
Onu tam yirmi bir yıl boyunca hiç eksiksiz sevdim.
Hem eksiksiz, hem de engin. Bizim sevgimiz öyle sıradan filan değildi. Hani
büyüklerin dediği gibi, adam akıllı bir sevgiydi. Kendimi bir düş âleminde
hissettiğim o yıllarda, karım da beni, en az benim onu sevdiğim kadar
seviyordu. Bu aşikârdı. Hiç bir şeyin bizim sevgimizi bozamayacağını
düşünüyordum. Ne olabilirdi ki? Akla gelen bütün kötü şeylerin, bizim aşkımızın
dışında olduğunu biliyordum. Hiç kimse veya hiçbir şey bizim büyümüzü
bozamazdı. Evet, bozamadı da. Ama bir şeyi unutuyorduk. İnsanlar,
mutluluklarını kendi elleriyle yok ederlerdi. Bunu öğrenmem, geç ve acı oldu.
Tamda 74 dünya kupası finalinin oynandığı, Temmuz
ayının o ilk günlerine rastlıyordu hazin bir düş kırıklığına uğrayışım. Sanki
Müller’in attığı golden sonra hayatın akışında bir sapma olmuştu. Hollanda
ikinci yarı canını dişine taktığı halde Almanya’yı kontrol altına alamamıştı.
İşte benim hayatımda, tıpkı 74 dünya kupası finali
gibi yaşandı. İlk yarı çok lezzetli ama ikinci yarı kâbus gibi.
Ne olduysa evliliğimizin yirmi birinci yılından
sonra başladı. İkinci yarının düdüğünü çalmıştı tanrı. Bir insanın hayatı bu
denli hızlı değişmemeliydi. Hele bunu hak edecek bir şey yapmadıysa. Hayatım
kararmaya başlamıştı. Karım değişiyordu, o sanki renkli bir fotoğrafken, git
gide negatiflere dönüyor, gülücüklerinin yerini küstah ifadeler alıyordu. Bu
kadar mükemmel bir insanın, böylesine değişebileceği aklıma gelmediği zamanlar,
onun içine kötü bir varlığın girdiğini düşündüğüm oluyordu. Bazen bunu bir
çocuğun saflığında yapıyordum.
Hava ıstırap çeker gibi
gürlüyor, yağmur gök gürültüsünden geri kalmaksızın büyük bir çabayla yağıyor, rüzgârsa
son yılların en sert esintisini dolaştırıyordu ormandaki ağaçların arasında.
Hasan Çavuş, rüzgâra ve yağmura karşı
tedbirli giyinmişti giyinmesine ama yine de üşüyordu. Karısının,
hatırlayamadığı yıllarda ördüğü boğazlı kazağını, içine de yün atletini
giymişti ama akıl edip atkısını almayı unutmuştu. Aslında evden bu kadar
alelacele çıkmasaydı onu da unutmazdı ya, olsun diye düşündü, bir lokmacık
soğuk onu deviremezdi ya.
Evlenmeden beş ay önce tanımıştım karımı. Babamın
iş ortaklarından birinin kızıydı. O zamanlar sadece gizli gizli
görüşebiliyorduk. Böyle şeyler hoş karşılanmayacağı için ancak beş ay
sabredebilmiştik. Sonunda dayanamamış, konuyu babama açmıştım. Aradan bir hafta
geçmeden, bütün hazırlıklar yapılmış ve nihayetinde evlenmiştik. Babam
tüccardı, o yılların belki de en zenginlerindendi, bu yüzden düğünümüz olabileceğinin
en mükemmeliydi. Kırk gün kırk gece olmadı ama birçoğuna dudak ısırtan
cinstendi. Hatta o zamanın gazetelerinde bile bizim düğünümüzden bahsedilmişti.
Çok mutluydum; tıpkı karım gibi. Anlaşılacağı üzere tam yirmi bir yıl
fazlasıyla mutlu geçmişti evliliğimiz.
Galiba doğa, Hasan Çavuş’u
cezalandırıyordu. Oysa o cezaların en büyüğünü daha yeni çekmiş, direncini
arttırmıştı. Bunlar vız gelirdi ona. Sadece, yağmurla ıslanıp ay ışığıyla
parıldayan karanlık onu sersemletiyor, aklında binlerce şeyin dolaşmasına yol
açıyordu.
Yaşlı kadınlardan nefret ederim.
Ve yaşlı karımdan da
nefret ediyorum.
Ama ondan yaşlandığı için nefret etmedim. Hatta
yaşlandıkça güzelleştiğini bile düşünüyorum. Kadın her geçen yıl daha bir
nurlandı, elmacık kemikleri ön plana çıktı, yanağındaki gamzeleri beni
yutarcasına sevimlileşti. Başkaları yıllarla beraber kilolarına kilo katarken
o, sanki doğaya isyan edercesine güzelliğini korumasını bildi. Elbette
yaşlandığını belli eden çizgiler vardı yüzünde ama o çizgiler bir insana bu
kadar yakışamazdı.
Yirmi bir yıl, bir melekle evlendiğime emin
olmuştum ve Allah’a şükürler ediyordum. Muhakkak, hatırlamadığım sevaplarımın mükâfatını
görüyor olmalıydım.
Sonra ne oldu? Karım değişmeye başladı. Artık onu
tanıyamıyordum. Tam iki yıl boyunca bunun geçeceğini umdum; ama olmadı.
Geçmedi. Düzelmedi. Gün geçtikçe daha da lanet olmaya başladı.
Lanet olası.
Hasan Çavuş, altmış dört yaşındaydı ve son yirmi
altı yılını böyle kötü geçirmeseydi, bacakları bu kadar ağrımayacaktı. Gerçi
hala beli bükülmemiş, kamburu çıkmamıştı ama yinede yürümekte zorluk çekiyordu.
Fiziğinde sorun olmadığı doğruydu, fakat hasta olan onun ruhuydu.
Yolu yarılamamış, gidecek
bir buçuk saatlik yolu daha kalmıştı ve bu hava koşulları ilerlemesini daha zor
bir hale getiriyordu. Havanın karanlık olması onda tanıdık duyguların
uyanmasına yol açtı. Karanlık orman, son iki yıldır onun tek dostu olduğu için,
yolu ezbere biliyor, nerede dönmesi gerektiğine dikkat etmiyor, ayakları hangi
yolu takip edeceğine kendisi karar veriyordu. Hasan Çavuş’a ise yol boyunca
düşünmek kalıyordu.
En az orman kadar
karanlık düşünceler. Çoğu zaman kahroluyor, zaman zaman ise boğuluyordu. Yine
de düşünmekten başka bir şey yapamıyordu.
Sanki birileri kulağına
soğuk ve hastalıklı bir şeyler fısıldıyordu.
Karım iki buçuk yıl önce hastalandı ve yatağa
düştü. Üzülmemem gerekiyordu belki ama ben yine de kahrolmuştum. Belki biraz
akıllanır ve kötü olmaktan vazgeçer diye düşünmüştüm ilk zamanlar. Nafile.
Gitgide daha da illet olmuş çıkmıştı. Evdeki huzursuzluğumun hat safhaya
ulaştığı çoğu geceler, kendimi ormana atıyordum. Çaresizlik öylesine
yakalamıştı ki beni, ağaçların altındaki karanlıklara saklanıp saatlerce
ağlıyor ve içimdeki burukluğu, kalbim titreye titreye dindirmeye çalışıyordum.
Benim yaşımdaki birinin karanlıklarda ağlaması ne kadar zordur, kimse bilemez.
Evimizin etrafındaki her şeyle konuşur olmuştum. Kimi gece bir ağaçla
konuşuyordum, kimi gece ise bir çalı yığınıyla. Her gece onlara neler çektiğimi
anlatıyordum. Onlardan fikir almaya çalışıyordum. Şaşkınlar gibi bir oraya bir
buraya koşturup durmaktan, çıldırma aşamasına gelmiştim.
Beş altı yıldır, evin sırtındaki odunluğun
etrafını zakkum çiçekleri sardı. Hayatım solarken yeni bir şeyin yeşerdiğini
görmek, her ne kadar zakkumun uğursuz bir çiçek olduğunu bilmeme rağmen, onun
diriliğini, onun asiliğini ve onun inatçılığını hissetmek beni kıskandırıyordu.
Elbette boşuna ortaya çıkmamıştı o zıkkımlar, hayatımın ne kadar zehir zemberek
olduğunu, çerçevenin etrafını kaplayarak resmediyordu.
Şimdilerde boyları insanı aştığı için resmi
bütünüyle zehirlemişti.
Ama her şeye rağmen bugüne kadar aklımın ucuna
kötü bir şey gelmedi. Zakkum bana her gün zehri hatırlatsa bile. Benim yerimde
kim olsa, yaşadıklarına katlanamaz, olanlara bir çare bulur, her şeyden
kurtulurdu. Oysa ne karıma kötülük yapabilirdim ne de alıp başımı kaçabilirdim,
benim için o zamanlar bu mümkün değildi.
Sadece bekleyip gün geçtikçe çıldırışıma seyirci kaldım.
Sonunda çıldırdım.
Her insanın bir sabrı olduğunu öğrendim.
Çıldırmak ve sabrın tükendiği an, her şeyin
kontrolünüzün dışına çıktığı andır. O andan itibaren ne yaptığınız ya da neden
yaptığınız hiç önemli değildir. Beyniniz size bir emir verir ve siz ona itaat
edersiniz.
Ben itaat ettim.
Pişmanda değilim.
Hasan Çavuş, duyduğu dere sesiyle biraz olsun
rahatladı. Bu, artık yolu yarıladığını gösteriyordu. Ne yağmura ne rüzgâra ne
de soğuğa aldırış etmeden yoluna devam etmek için biraz soluklanmalıydı.
Çizmeleri çamurdan görünmez hale gelmişti ama onu rahatsız eden şey, donuna
kadar sırılsıklam oluşuydu. Sanki çıplak yürüyormuş gibi hissediyordu
kendisini.
Soğuk, karanlık olmuş, iliklerinde dolaşıyordu şimdi.
Birazdan fasulye
tarlasına varacak, oradan dereye ulaşacaktı. Canı sigara içmek istedi; fakat bu
havada sigarasını ne yakabilirdi, ne de içebilirdi. Zaten cebindeki sigara
paketinin çoktan ıslandığına emindi. Bir ara, çıldırmış insanlar sigara içerler
mi diye düşündü. Neden içmesinler ki? Daha fazla dayanamayacağını anlayınca,
bir yolunu bulup cebindeki paketten bir sigara çıkarttı. Uygun bir ağacın
altına geçerek, ıslanmış sigarasını soluğuyla kurutmaya başladı.
Mutlu olduğumuz yirmi bir yıl boyunca iki çocuğumuz oldu. İlki kız, iki
yıl sonra da bir erkek. Kız doğar doğmaz, karımın o zamanlar çok sevdiği Gülnaz
ismini takmıştık ona. Sonrasında doğan erkek çocuğumuza da Yavuz ismini
bulmuştuk. Yavuz, benim en sevdiğim padişahın adıydı. Şimdi onları ne kadar da
çok özlüyorum. Gülnaz erken evlendi. Daha on sekizine bile basmamıştı. Karımın
değişimi, kızımızın uçup gitmesinden sonraki yıl başladı. Gülnaz, bu durumdan
pek etkilenmemişti o zamanlar; kabak oğlumun başına patladı. Yavuz, annesinin
kötülüklerine maruz kalıyor, evde bir huzursuzluktur gidiyordu. Bir yanımda
karım, diğer yanımda oğlum ve benim yapacak hiç bir şeyim yoktu. Neyse ki
Yavuz, uzaklarda, büyük şehirde bir üniversite kazandı. Belki de benimle aynı
kaderi paylaşmaktan kurtulmuştu. Yıllar geçti. Yavuz, okulunun bitimine bir yıl
kala annesine tamamen darıldı. Bu dargınlık öylesine katıydı ki, bir daha
görüşmeme kararı almışlardı. Sadece arada bir bana mektup yazar, ben de eğer
karımdan önce o mektuba ulaşabilirsem okurdum. Yoksa karım ondan gelen bütün
mektupları yakardı. Asla ona itiraz edemezdim. Yavuz’dan aldığım en son
mektupta, evleneceğini yazmıştı. Okul biter bitmez yurt dışına yerleşeceklerini
söylemişti. Bir keresinde, ‘Baba, sevdiğim kız annem kadar güzel, inşallah o da
annem gibi sonradan değişmez.’ Diye yazmıştı. Bu cümleleri her hatırlayışımda
içim paramparça olur ve kahrolurum. Oğlum, sağ olsun mektuplarında futboldan da
bahsederdi, yoksa 1978 dünya kupasını Arjantin’in kaldırdığını asla
öğrenemezdim. Eskisi kadar önemli değildi ama en azında şampiyonların kimler
olduğunu merak edecek kadar bir kırıntı kalmıştı içimde. Hollanda yine finalde
yenilmiş ve Arjantin 3-1’le kupayı almıştı. Yavuz, anlaşıldığı kadarıyla
Arjantin’i tutuyordu; çünkü El Matador lakaplı Kempes’ten övgüyle
bahsetmişti.
Yavuz’la annesi görüşmeme kararı vermişlerdi ve ciddiydiler ama uzun
bir süre sonra oğlum, annesinin yatalak hasta olduğunu öğrenince, ziyarete
geldi. Fakat geldiğinde geleceğinde pişman oldu. Öyle bir kavga ettiler ki, bir
daha oğlumu ne gördüm, ne de haber alabildim. Çünkü oğlum giderayak, neden
bunlara izin verdiğimi sormuştu. Bakışlarındaki anlamı asla cümlelere dökemem.
En kötüsü, ben ona cevap verememiştim. Bir babanın bu kadar aciz olamaması
gerekir.
Kim bilir benim hakkımda neler düşünüyordu. En iyi ihtimalle korkak
olduğumu. Ama umarım, benimde annesi gibi kötüleştiğimi zannetmez. Her neyse,
aldı başını gitti ve kurtuldu. Gitmeden 1982 dünya kupasını kimin aldığını da
söyledi. Finalde Almanya ve İtalya varmış ve kazanan İtalya olmuş. Ondan
sonraki kupalardan hiç haberim olmadı. Karımın radyoyu kırmasından sonra hiçbir
şeyden haberim olmadı ya. Artık oğlumda yazmıyordu.
İyi de benim suçum ne?
Gülnaz, bundan beş sene öncesine kadar, çok nadir de olsa ziyarete
gelir ancak kocasının yanına, hep morali bozuk dönerdi. Ta ki beş yıl evvelki
yemeğe kadar. Gülnaz’nın iki kızı olmuştu; ne yazık ki, onların adlarını bile
hatırlamıyorum. Kızım, çocukları ve kocasıyla birlikte uzunca bir aradan sonra bize
geldi. Amacı, arayı biraz olsun ısındırmak, bize torun sevgisini yaşatmak ve
bağların iyice kopmamasını sağlamaktı. Fakat ne felakettir ki, karım damadının
kafasına dikiş makinesinin makasını fırlatıp, adamın kafasını yarmıştı. İşte o
zaman hayatımda ilk kez karımın üstüne yürümüştüm. Allah’ım bana biraz daha
cesaret verseydi, belki ona bir tokat bile atabilirdim.
Ama yapamadım. Acizler gibiydim. Pısırık, korkak, kokuşmuş ve aşağılık
bir moruk olup çıkmıştım. Gülnaz’dan da bir daha haber alamadım. O da tamamen
dünyamdan çıkıp gitti.
Aciz dünyamdan.
Zavallı dünyamdan.
Yaşlı kadınlardan neden mi nefret ederim?
Hasan Çavuş’un sigarası
bitmiş, hatta derenin kenarına varmıştı bile. Dere, derin bir vadinin içinden
aktığı için karşıya ince bir köprüden geçmek zorundaydı. İyide, köprü hain rüzgâr
sayesinde, ucuz bir patiska gibi sallanıyordu. Yaşlı adam dizlerinin ağrıdığını
hissederek derenin kenarında, karşıya nasıl geçeceğini düşünmeye başladı. Rüzgâr
hiç dinmemiş, derenin kenarında daha hızlı esmeye başlamıştı. Hasan Çavuş
buraya kadar gelmişti ve asla buradan geriye dönmek niyetinde değildi. Dönemezdi
de. Fakat bu köprüden karşıya geçmekte ayrı bir delilikti. Delilik kelimesi
kafasında dolaşmaya başlayınca gülümsedi. Karşıya geçecekti; buna mecburdu.
Köprüyü düşündüğü süre
boyunca, karısını düşünmekten uzaklaştığını ve bunun inanılmaz bir rahatlık
verdiğini anladı. Artık ondan tamamen kurtuluyordu; sonsuza dek.
Yaşlı kadınlardan nefret ederim.
Kadınların tümünden nefret ediyorum.
Karımın ne gibi kötülükler yaptığını anlatamıyorum; çünkü içimde hala
kahrolası bir erkeklik gururu var.
Bu köprüden daha önce birçok
kez geçen Hasan Çavuş, fırtına sırasında bunu hiç denemediğini biliyordu, zaten
bu ilk ve son olacaktı. Köprüye iyice yaklaştı ve gözüne kestirmeye çalıştı.
Olacak gibiydi. Yüzünde tuhaf bir gülümseme daha oluşunca, hareketlendi. Tam ilk
adımını atacaktı ki, bir sigara daha içmeye karar verdi. Bu sigara, köprünün bu
yakasındaki ve paketindeki son sigara olacaktı. Beklide hayatındaki son sigara.
Kadın sanki cehennemden çıkmış bir zebaniydi. Yaşadığım yirmi bir
yıllık mutlu hayatımda beni sınadı ve yıllar sonra gerçek yüzünü gösterdi.
Başka bir şey olamazdı. Eğer karım bir zebani değilse bile, içine kötü bir
şeyin girdiğine eminim.
Yaşlı kadınlardan nefret ederim.
Yaşlı kadınların hepsi zebanidir.
Çıldırdıktan sonra böyle düşünebilmek beni rahatlattı doğrusu. Şu
köprüyü geçtikten sonra artık çok değişik bir hayatım olacak. Bambaşka bir
hayat. Bundan sonraki hayatımda asla bir kadını sevmeyeceğim. Özellikle yaşlı
kadınlardan birini.
Sadece önümde bir engel kaldı. Bu köprü. Sırat köprüsü. Her insanın
hayatında geçmesi, aşması gereken bir sırat köprüsü vardır. Benim sırat köprüm
karşımda duruyor.
Hasan Çavuş, son
sigarasını bitirdi ve köprüye yürüdü. Onun geldiğini anlayan rüzgâr daha bir
coştu. Yağmurdan korunmak için montuna sarılmıyor, kendini iyi hissediyordu.
Köprüye ulaşınca, ne kadar yalnız olduğunu düşünecekti, hayatının ne kadar kötü
geçtiğini. Bundan sonrası nasıl olacaktı? Neler değişecekti? Soğuk havayı ciğerlerine
kadar çektiğinde, artık hiçbir şeyin önemli olmadığına karar verdi.
Sırat köprüsünün başına
vardığında tekrar düşündü. Eğer aklında yitirmediği bir gram mantığı kaldıysa,
bu köprüden geçmemesini söyleyecekti ama o kadarı da kalmadığı için bu dev
duvarı aşmalı, sırat köprüsünü geçmeliydi. Yeni bir hayat o köprünün diğer tarafındaydı.
Karşıya geçecekti, bu her neye mal olursa olsun. Geriye bakmak bile
istemiyordu.
Kâğıttan yapılmış bir
gemi gibi sallanan köprüye ilk adımını attı ve hiç tereddüt etmeden diğerini de
peşinden gönderdi. Hiçbir şey düşünmüyordu, hatta dikkatli olması gerektiğini
bile. Köprünün altındaki dereden gelen suyun sesi kendini büyülemiş gibiydi.
Sanki bu gece, kimse onun karşıya geçmesini istemiyordu.
Hasan Çavuş, kendi
ağırlığı yüzünden köprünün sallantısının hafiflediğini görünce, hayatında ilk
kez şişman olmadığı için pişman oldu. Başını iki yana salladı ve karışan
kafasını biraz olsun toplamaya çalıştı. Bir iki adım sonra köprüyü
ortalayacaktı. Dengesi git gide kayboluyordu. Kafası karışırsa asla
başaramazdı.
Bu onun sırat köprüsüydü,
özgürlük ve cennet onun ardındaydı.
Karım yüzünden çıldırdım ama kendi hayatımı tehlikeye atamam. Hele onun
yüzünden asla. Ben, karımdan önce öbür tarafa geçmek istemiyorum.
Hasan Çavuş, bunları
düşünürken elleriyle köprünün iplerine daha fazla sarıldı ve adımlarını daha da
sağlamlaştırdı. Şimdi köprünün tam ortasındaydı. Yayık ayranı gibi
çalkalanıyordu. Bu haldeyken aşağıya, deli gibi akan dereye baktı.
Neden bu kadar uğraşıyorum ki? Salayım kendimi aşağıya. Kesin ölürüm.
Belki de ölüm benim için en iyisi. En azından bundan sonraki hayatımın berbat
geçmemesini garantilerim. Kim bilir, diğer tarafta belki daha mutlu olurum.
Adam, yağmurun altında
sallanan köprünün tam ortasında bir anlık duraksadı ve gökyüzüne yaşlı
gözleriyle baktı. Çok kısa bir süre sonra tekrar ilerlemeye başlayacaktı.
Yoo, yirmi altı yıldır karım bile beni öldüremedi.
Ben de kendimi öldürmeyeceğim. Karşıya geçeceğim ve buradan alabildiğine
uzaklaşacağım. Belki İstanbul’a giderim. Çocukluğumda babamla birlikte bir kez
gitmiştim o büyülü şehre.
Gitmek, iki kıtaya yayılmış topraklarında
kaybolmak, ışıklı yollarında gezinmek, Eminönü’nde balık yerken, ya da
İstiklalde dolaşırken kendimi biraz olsun önemli hissetmek istiyorum.
Hasan Çavuş, köprünün diğer tarafına geçer geçmez,
bambaşka bir ruh haline büründü. Çok daha rahat hissediyordu kendisini. Galiba
çok derinlerden yükselen, yıllardır özlediği bir duyguyu hissetmeye başlamıştı.
Mutluluğu. Üzerinden tonlarca yük
kalkmış gibiydi. Koşar adımlarla ilerlemeye başladı. Şimdi yağmur da, rüzgâr da
dinmişti.
Hasan Çavuş haykırmak
için nefesini ciğerlerine doldurdu.
Sırat köprüsünü aşmıştı.
Cennet ona gülümsüyordu.
Uzun süreden sonra kendimi ilk kez huzurlu
hissediyorum. Yaşadığım ilk yirmi bir yıl rüya gibi geçti; ama sonra ki yirmi
altı yıl, heyula geldi bana.
Artık özgürüm.
Geride ne bıraktığımı asla düşünmeyeceğim. Ne
yaşadığımı da. Hatta karımı, onca anımı yaşadığım evimle birlikte, yaktığımı
bile.
Önce, zakkumların istila ettiği odunluğu ateşe
verdim, ardından yıllardır hiçbir hayvanı bağlamadığımız ahırı. Son olarak
bidonun dibinde kalan gaz yağıyla mutfağı tutuşturdum.
Yaşlı kadınlardan nefret ederim.
Birinden kurtuldum.
SON
EROL ÇELİK