Bu öykü Erol Çelik'in 2. kitabı "Satranç Ve Şövalye"de yayınlanmıştır.
UYAN ARTIK
Bilinci
yavaşça yerine geliyordu, bunu kulağına gelen bebek ağlamasının içine doğurduğu
huzurdan dolayı anladı. Bebek, çaresiz ama o kadar tatlı ağlıyordu ki, bir an
önce uyanıp, onu bağrına basmak istedi. Kalbini saran bu sızı belli ki, ilk anaç
duygusuydu. Gözleri hafifçe aralanmaya başladığında, ilk önce duvardaki
sıvaların yer yer dökük olduğunu görmeye başladı. Hiçbir anlam ifade etmiyordu
ama bilincinin daha uyanmadığı bölümlerinde, bir şeylerin yanlış olduğunu
biliyordu. Gariplikler bu kadarla kalmıyordu. Bir hemşire ona bakıp gülüyor,
bakışlarındaki müjde vermeye hazır ifade, dudaklarında yerini hain bir sırra
bırakıyordu. Hemşirenin topuz saçlarının üzerindeki kepi, üçgendi. Üniforması
ve kepinin hangi yüzyıla ait olduğunu kestiremiyordu fakat kadınsı hainlik,
gizlenemez bir mimik olarak hemşirenin dudaklarındaydı. Bu gülümseme tüm
zamanların bilindik gülümsemesiydi.
“Ikın, ıkın
hadi. Çok rahat bir doğum oluyor.”
Hemşire,
bilinci yerine gelen kadının bacaklarının arasına eğiliyor, eski üniformasıyla,
bebeğin omuzlarından ve kafasından tutmuş, çekiyordu.
“Maşallah, çok
sağlıklı bir bebeğe benziyor. Hadi ıkınmaya devam et. Az kaldı.” Hemşire içinden
dua okumaya başlamıştı. Ne söylediği duyulmuyordu, sadece dudaklarındaki ritmik
hareketlerden bu anlaşılıyordu.
Doğumhanedeki
her şey eskiydi. Şu an doğum yaptığı masanın da, tıpkı hemşirenin üniforması
gibi eski olduğunu, bacaklarının asılı olduğu direklerin paslanmış olduğunu,
üzerine serdikleri beyaz örtünün kirli ve yıpranmış olduğunu görüyordu. Fakat
garipsemiyordu. Tuhaflığın farkındaydı ama bebeğin tatlı feryatları, bu
düşünceleri bir şekle sokmasına izin vermiyordu.
Odada yalnız
olmadıklarını fark edince, bir kez daha tuhaflık duygusunun esiri oldu.
Hemşirenin hemen ardında, alacakaranlık sayılabilecek bir gölgede duran
doktorun, hiç bir şeye karışmaması, üzerindeki beyaz önlüğün içinde, sadece
onları izlemesi de şaşırtmıyordu onu. Adam kollarını bağdaş kurmuş,
kulaklarının üzerinde kırlaşmış saçlarıyla babasını andırıyordu. Yoksa yüzündeki
hüzün neden bu kadar tanıdık gelsin ki? Babasını andırdığı için midir bilinmez,
adamın odada olmasından dolayı, kendini güvende hissediyordu.
Bebeğin
ağlaması, hemşirenin işinin ehli hareketleri, doğumun bitirmesine birkaç dakika
kaldığını gösteriyordu.
“Maşallah nur
topu gibi bir oğlun oldu. Maşallah.” Hemşire iri gözlerle beklediği müjdeyi,
masada yatan kadına verdi.
Doktora bakan
kadın, onun sevindiğini gördü ama doktor bunu gizlemek için, bağdaş kurduğu
ellerinden biriyle ağzını kapattı.
Doğum inanılmaz
rahat geçmiş, hemşire bebeği eski metal bir kovanın içinde yıkamaya başlamıştı.
Yumuşak hareketleri, şefkatli dokunuşu bebeğin ağlamasını durdurmuyordu ama
annesinin içine su serpiyordu.
Bebek yıkandıktan
sonra hemşire onu annesine verdi. Anne, bebeği kucağında kavrayıp koklamaya
başladığında, üniformalı kadın bebeği tekrar aldı. Bu hareket karşısında anne
sinirlendi ama sadece seyretmekle yetindi.
Anne kalkıyordu,
çok rahat bir doğum olduğu için, hiçbir ağrı hissetmeden doğruldu. Bu arada
hemşire, bebeği doğum masasının hemen yanında yere yatırdı. Beton zemine sırt
üstü koyduğu bebeğe, mavi bir tulum giydirdiğinde, annesi odadaki tek renkli
şeyin o mavi tulum olduğunu fark etti. Her şey renksiz ve eskiydi. Doktorun
bulunduğu köşenin hemen karşısında, spor salonlarındaki sıralı dolaplardan
olduğunu gördü. Kalın ağaçlardan yapılma eski rafların üzerinde ameliyat
malzemeleri vardı ve onlarda eski ve paslı görünüyordu.
Anne, bebeği
betona yatıran hemşireye çıkışacağı sırada, hemşire ona bebeğin altını nasıl
değiştirmesi gerektiğini öğretmeye başladı. Bu işlem sanki çok uzun sürüyordu. O
kadar ki, bebeğin kumral saçları uzamaya başladı. Mısır püskülünü andıran
saçlarıyla çok güzel bir bebek olmuştu.
Bebek kendi
kendine ayağa kalktı, üzerinde tulumundan başka hiçbir şey olmadan yürümeye
başladı. Bebek olduğu için paytak yürüyor ama kimseden yardım almaya ihtiyaç
duymuyordu. Annesi oğluyla gurur duymaya başlamıştı. Tombul, katmer katmer
ayaklarını öpmek istiyordu, oysa bebek, ameliyathaneden kendi başına dışarı
çıkmaya başladığında, anne telaşla bebeğin arkasından gitti.
Renksiz bir
hastane koridorunda oğlunu takip eden kadın, bebeğin bir kapıdan içeri
girdiğini gördü. Hemen peşinden girdiğinde buranın bir banyo olduğunu fark etti.
Tuhaflıklar artık onu şaşırtmıyordu. Çok eski banyonun yerleri taş mermeriydi
ve her şey griydi. Eski duştan bir kovanın içine su akıyor, bebek annesinin
elinden tutarak ona kovayı göstermeye çalışıyordu. Su dolu kovanın içinde
saydam torbalar vardı ve torbaların içindekileri görünce, kadının aklı durdu. Torbaların
içinde, kızlı erkekli ölü bebekler vardı. Ölü bebeklerle dolu torbalar, kovanın
içinde dengesizce batıp çıkıyorlardı. Kadın, korkup çığlık atmaya başladı.
Güzel bebek, annesinin elini bırakıp kovanın yanına doğru gitmeye başladı.
Kadın çıldırmıştı, titreyerek oğluna seslenmeye başladı.
“Gel buraya
oğlum. Senin orada ne işin var. Beni terk etme. Bak annen burada. Beni bırakma
oğlum.”
Ama bebek kovanın
yanına gitmeye devam etti. Sanki o da, diğer bebeklerle beraber yüzecekmiş gibi
hevesliydi. Annesine bakarak korkmaması için gülümsedi.
Kadın kovadaki
bebeklerin ölü olduğunu, eğer onların yanına giderse kendi bebeğinin de
öleceğini zaten biliyordu.
“Hayır, oğlum
buraya gel.” Anne kollarını açarak onu kucağına çağırdı.
Bebek kovanın
yanına vardığında durdu, bir annesinin kollarına baktı, bir kovanın içindeki
ölü bebeklere. Annesi sanki önüne bir set çekilmiş gibi, olduğu yerden ileriye
gidemiyordu. Bu yüzden oğlunu kurtarmak için yalvarmaktan başka çaresi yoktu.
“Oğlum bana
gel, ne olursun. Hayır, sakın beni yalnız bırakma.” Anne çaresizce çırpındı.
Bebek kovayla
annesi arasında karar vermeye çalışıyormuş gibi durakladı.
“Oğlum annene
gel, senin yerin burası. Terk etme anneni. Ne olur oğlum annene gel, gel de
perişan olmayayım, gel de seni bağrıma basayım.”
Bebek
annesinin hıçkırıklara boğuluşuna baktı ve sanki kocaman bir adammış gibi
hüzünlendi.
“Oğlum, ne
olursun bana gel.”
Bebek, kovanın
içindeki ölü bedenlere baktı ve annesine doğru yürümeye başladı. Kadın ayağa
kalktı ve bu sefer mutluluktan hıçkırmaya başladı. Oğlunu kollarının arasına
alarak sıktı. Öptü. Doyamadı, bir daha öptü.
Banyonun
kapısında telaşlı bir yüz belirdi. Hemşire korkmuş gözlerle onları bulduğuna
sevinerek haykırmaya başladı.
“Sizi buldum.
Şükürler olsun.”
Anne ve bebek,
renksiz banyoda kucaklaşıyorlardı ama hemşirenin telaşı ikisini de korkutmuştu.
Eski üniformalı hemşirenin dudaklarında artık hain bir ifade yoktu. Sanki
oğlunu geri almayı başaran anneye inanmaya başlamıştı.
“Hemen doğumhaneye
gitmeliyiz. Hadi hemen.” Hemşire banyo kutsal bir yermiş gibi içeri girmiyor,
söyleyeceklerini kapı eşiğinden haykırıyordu.
“Neden doğumhaneye
döneceğim, oğluma kavuştum ben.” Anne oğlunu böğründe biraz daha kavradı.
“Ona
kavuşmadın, sadece onun hayatını kurtardın ama biraz daha geç kalırsan bunu da
başaramayacaksın. Zamanımız az diyorum sana.” Hemşirenin sesinde, ödüllendirici
bir babacanlık vardı.
Anne, oğlunun
gözlerinin içine baktı ve bir şeyler anlamaya başladı. En azından gerçekten
zamanının az olduğunu biliyordu.
“Hadisene be
kadın.”
Anne ayağı
kalktı. Oğlunu kucağına almıştı. Hemşirenin peşinden renksiz ve sıvaları
dökülmüş kasvetli koridora döndü. Hemşire koşmuyor sanki uçuyordu. Anne, oğlunu
iyice kavrayarak, onun peşinden uçmaya başladı.
Az sonra doğumhanenin
içine girmişlerdi. Doktor yine o alaca karanlıkta, yine o tedirgin bakışlarla
bekliyordu. Sanki doğumhane de, tıpkı doktor gibi anne ve bebeğini bekliyormuş
gibiydi.
Anne doğum
masasının üzerinde kendisini görünce aptala döndü. Oysa kendisi şu an ayakta ve
oğlunu tutuyordu. Hayır, oğlunu tutmuyordu. Oğlu kucağında yoktu. Telaşlandı.
Doğum masasının üzerindeki kendi vücuduydu ve baygındı. Hemşire bacaklarının
arasındaki bebeği çekiyordu. Hareketlerinde ters giden bir şeyler olduğu
anlaşılıyor, durmadan baygın olan bedene bağırıyordu.
“Uyan, uyan be
kadın. Bebek gelmiyor. Uyan yoksa onu kaybedeceğiz.”
Anne, neler
olduğunu bilmiyordu ama doktora doğru soru dolu bakışlarla bakmak istedi.
İkinci şoku o anda yaşadı. Orada artık doktor yoktu, onun yerine babasını
gördü. Gözü ağlamaktan kan çanağına dönmüş, yorgunluk ve üzüntüden bitap düşmüş
babasını.
Zavallı adamda
haykırıyordu.
“Uyan kızım,
uyan artık.”
“Baba ben
buradayım.” Dediyse de babası onu duymadı.
“Uyan be
kadın, uyan artık, bebeğini kurtar.” Hemşire çaresizce bebeği omuzlarından ve
başından çekmeye çalışıyordu.
“Uyan be güzel
kızım ne olur uyan.”
Babasını hiç
bu kadar çaresiz görmemişti. O, her zaman bir çözüm bulan adama ne olmuştu?
Neden kızını uyandıramıyordu?
“Baba ben
buradayım, ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. Oğlumu kaybetmek istemiyorum baba.
Bana yardım et. Ağlama.”
Doğumhanenin
içi daha bir renksizleşti, daha bir eskidi, daha bir boğuldu.
Hemşire başını
havaya kaldırıp Allaha yalvarmaya başladı. Hiç bu kadar kötü bir ölüm görmemişti.
Son ümidi de tükeniyordu.
Anne nefesinin
kesildiğini, ne yapması gerektiğini bilmeden, öleceğini düşündü. Oysa az önce
oğlunu, o ölü bebeklerin yanından kurtarmamış mıydı? Şimdi ne yapmalıydı. Ne
yapması gerektiğini bilmiyordu ama yürüyerek masadaki cansız bedenine dokundu.
“Bu bebek
senin bebeğin ve onun hayatını kurtardın. Bir şansın oldu, onu iyi değerlendir.
Şimdi kalk ve bebeğini kucağına al. Ne babanı, ne kocanı, ne de sevdiklerini
ağlat. Şimdi kalk ve kumral bir erkek çocuğun tadını çıkart.”
“Kızım ne
olursun uyan artık.”
“Bak babanın
feryatlarına, ya dışarıdakilerin feryadı, uyan artık.”
Hemşire
ağlıyordu.
“Oğlunda
uyanmanı istiyor, yoksa ben burada olur muyum? Bana sen uyanmazsan neler
olacağını gösterdi.”
“Hayır!”
Anne feryadın
geldiği yöne döndüğünde babasının yerinde kocasının olduğunu gördü. Adamın
gözleri ve yüreği ağlıyordu. Doğum masasının yanına gelmiş, eliyle güzel
karısının yanağına uyanması için tokat atıyordu.
“Hadi hayatım
sen güçlü bir kadınsın, beni sakın yalnız bırakma, bebeğini sakın sensiz
bırakma. Uyan artık. Uyan bir tanem.”
Kocasının perişan haldeki yüzünü gören anne,
baygın bedenine iyice yaklaştı. O yaklaşınca kocası ortadan kayboldu. Doğumhane
de sadece hareketsiz bedeni, hemşire ve hayata yarım bağlı bebeği vardı.
“UYAN ARTIK”
Doğum
masasında bir hareketlenme oldu.
Anne gözlerini
açtığında her şey renklendi.
Bebek, doğdu.
Her şey yoluna
girdi.
SON
NOT: Bu öyküyü, oğlumun hayatını doğum
sırasında kurtaran sevgili eşime armağan ediyorum. Oğlumu bana verdiğin için
TEŞEKKÜR EDERİM.
04.08.2007
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder