22 Ağustos 2012 Çarşamba

Çelik Levhalar (öykü) yeni



      Bu öyküm Gölge e-Dergi Ağustos 2012 Öykü Özel Sayısında yayınlanmıştır.

Dergiyi okuyabileceğiniz link: Gölge e-Dergi Ağustos 2012 Öykü Özel Sayısı


                                                    ÇELİK LEVHALAR

          "Şimdi kalkıp gitmek lazım. Nereye gideceğini bilip de, gitmeme isteğinin ezikliğiyle. Korkmak ama korkunun tatlı zevkini arzulamak. Hayır, gitmeyeceğim. Gidip istediğimi yapamadıktan sonra, gidip karanlığın korkusunu istediğim gibi yaşayamadıktan sonra. En iyisi bu gece evde kalıp olacakların korkusunu yaşamalıyım. Olacakların yada ne olacağını bilmediğim şeyin gizemiyle kavrulmalıyım.
           Hem hazırlıklıyım da, daha doğrusu alışığım acı çekmeye. Bu sefer daha eğlenceli olmaz mı sanki? Olur bence ve galiba bunu saçma bir hazla istiyorum.  Bu gece gidip o çelik soğukluğunu hissetmek istemiyorum. Ben bu gece evimde oturup vücudumdan çıkacak sıcak sıvının tadını çıkarmak istiyorum. Sonucu acılar içinde kıvranmak olsa da. Sonucu zavallılar gibi ölmek olsa da.
          Dünyanın çivisi çıkmış zaten, neden değişen düzene ayak uydurmayayım ki?
          Affet beni hayatım. Bunu neden yaptığımı anlayacaksın."

          Bu notu öğleden sonra saat üçte bulan kadın, aklının titrediğini hissetti. Notu yazan kişinin ölmesinden korktuğu için değildi bu çıldırma eşiği, onunki daha çok, zar zor düzene soktuğu hayatının, kendi elinde olmadan kaybolmasındandı. Buna sebep olan kocası olsa bile, hak etmiyordu.
           Şimdi ne yapacağını bilmeden, kaynayan beyninde nefes alacak bir alan bulmaya çalışıyordu. Kocasının cesedini göremiyor ve bunun çok kötü bir anlama geldiğini biliyordu. Bu, onu almaya geldikleri anlamına geliyordu. Bu kendi hayatının da sonu anlamına geliyordu.
           Hemen şimdi burada nefesini tutarak ölmeyi deneyebilirdi mesela. Hayır! Bu düşünce daha fazla çıldırmasına yol açtı. Kendi canına kıyması zaten kolay değildi, bir de bunun bedelinin ağırlığını düşününce, aklı bir kalem daha ezildi. Kocası kadar düşüncesiz olabilir miydi hiç? Olamazdı. Olmamalıydı. Bekleyecek ve ölümünün onların elinden olmasına izin verecekti. Artık bu engellenemez bir doğru olmuştu.
          Eğer kocası gibi davranıp canına kıyacak olursa, oğlu bunun cezasını çekecekti.
          Oğlunu düşününce gözleri doldu. O dünyalar tatlısı bir çocuktu. En azından onu öyle hatırlıyordu. Beş yaşında onu yanından aldıklarından beri içi yanıyordu. Şimdilerde otuz yaşlarında olmalıydı. Yaşadığını, en azından anne ve babası gibi sefil bir hayat sürdürmediğini biliyordu.
          Kadın kalktı, dün gece tedavi olduğu ve her gece tedavi olmak zorunda olduğu çelik levhaları düşündü.
          Oğlu olmasa hemen şu anda nefesini tutup ölmeye çalışacaktı. Hayır, akşamı beklemeden şu anda acılar içinde canına kıyacaktı ama oğlu bunu hak etmiyordu. Belki akşama kadar düşünmeliydi ölümü. Belki çelik levhalara gitmez, tıpkı kocası gibi kanlar içinde farklı bir ölümü düşünebilirdi.
          Bu hayat mıydı yani? Korkak kocası acaba doğru olanı mı yapmıştı? Hem kendinin, hem karısının hayatını mı kurtarmıştı? Peki, kendisi oğlunun hayatını kurtaracak cesareti gösterebilir miydi?
           Kocası çelik levhalara gitmemiş ve acılar içinde ölüme teslim olmuştu, bunun bedeli olarak karısı ölüme mahkûm olmuştu. Hem de en feci acılar içinde. Kadın bu acıları bekler ve boyun eğerse, oğlunun hayatını kurtaracaktı ama acılardan korkup kendini öldürmeyi düşünürse, o da bedel ödeyecek ve oğlu ölümün çelmesini yiyecekti.
          Bu, son on yıllık devlet politikasıydı. Değişen dünya düzenin, ve azalan nüfusun önlenmesi için hazırlanmış, kati bir kuraldı.
          Kadın, bir daha göremeyeceği oğlunu düşündü. Mahkûm oluşunu, yaşamak zorunda olduğu bu iğrenç hayatı, her gece çelik levhalarda tedavi olmak zorunda olduğu hayatı. Her zaman emirler altında yaşamak zorunda olacağı hayatı.
          Peki, iyi bir koca, karısını bu hayattan kurtarabiliyorsa, iyi bir anne, oğlunu bu iğrenç hayattan kurtaracak cesareti neden gösteremesin?
          "Hayır" dedi kadın. Sen kendi acılı ölümünün korkusunu yaşıyorsun ve oğlunun ölümünü bile düşünecek kadar ödleksin.
          "Hayır" dedi kadın. "Gerçekten oğlumun hayatını kurtarabilir miyim?" Yani onu bu iğrenç yaşantıdan kurtarmak, bu esaretten korumak, kendisini iyi bir anne yapar mıydı?
           Kocası bütün yükü onun sırtına bindirmişti. Oğlunun hayatını kurtarmak veya onu bu esaretten kurtarmak zavallı bir kadına düşmüştü.

          Bir saat sonra düşüncelerinden sıyrıldı ve çelik levhaların yönetildiği kısma geçti. Tedavi olmasına daha üç buçuk saat olmasına karşın, bütün tehlikeyi göze alarak çelik binadan içeri girdi. Hiçbir şey düşünmek istemiyordu, bu yüzden boş bir kafayla ilerliyordu.
          Sol taraftaki kimlik doğrulama bölümüne yaklaştı ve sağ kolundaki çelik bilekliği, bir karış genişliğinde ve yaklaşık iki metre uzunluğundaki çelik levhaya değdirdi. Çelik levha beklendiği gibi kırmızıya döndü. Kadının ardından garip giyinişli bir genç, çelik bir kapının ardından çıkıp, davetsiz misafirin yanına geldi.
          "Hanımefendi giriş izniniz yok, açıklamanız kısa ve net olsun lütfen." Kiremit rengi bir üniforma giyinmiş gencin elinde bir cam-ekran vardı ve ekranın üzerinde kadının resmi görünüyordu.
          "Açıklama yapmama gerek yok. Kocam için geldim."
          Genç, formaliteden elindeki cam-ekrana baktı "anlıyorum ama yine de giriş izniniz yok" diyerek kadına iyice yaklaştı.
          Kadın, gencin güvensiz hareketlerinden rahatsız oldu. "Daha fazla yaklaşmanı istemiyorum."
          "Hanımefendi, ben kırmızı kolluğum. Size yaklaşma yetkim var." Genç, birkaç adım daha atarak kadının yanına kadar geldi.
          Kadın bir adım geri çekilmek zorunda kalmıştı. "Ötenazi hakkımı kullanmaya geldim.  Bana bir adım daha yaklaşırsan, başına bela alırsın."
          Gencin yüzü, karmakarışık oldu. "Neden?"
          "Senin beni sorgulamaya yetkin yok. Beni derhal çelik levhalara götür."
          Genç elindeki aletin üzerinde birkaç düğmeye bastı. Kadının resminin etrafında bir sürü şekiller dönüyordu. Genç, başını cihazdan kaldırdı ve etrafına acemice bakındı. Daha sonra kadına doğru bir adım daha attı.
          "Yaklaşma dedim!" kadın çığlığı basacakmış gibi hazırlandı.
          "Hanımefendi benimle gelirseniz, size yardımcı olacağım" diye usulca konuşan gencin sesinde, tuhaf bir yalvarış vardı.
          Kadın kaşlarını çattı. Başıyla onaylayarak zaten yürümeye başlayan gencin ardından ilerledi. Birkaç çelik kapıdan sorunsuz geçtiler.   Genç, çok sık olmasa da ardına bakıp kadını seyrediyordu. Kadın bu bakışlardan rahatsız olmuştu ama şimdilik müsaade edecekti. Artık verdiği karardan dönemeyeceği için olacaklara razıydı.
          İlginç bir cam kapının yanına vardılar. Kapının üzerinde, önce kadının resmi belirdi ve resmim yanında yine aynı şekiller hızla döndü.  Kadının resminin ardından gencin resmi belirdi. Daha sonra kapı üç kademeli olarak açıldı. İçeriye girdiklerinde onları üç kişi karşıladı.  Gencin giyindiği kiremit rengi üniformanın birkaç ton açığını giyinen diğer gençler, saygıyla ayağa kalkıp, kadının önündeki genci selamladılar.
          Genç, diğerlerine dönerek "Ayrıştırma odasını yalıtın. Ben dışarıya çıkana kadar, siyahlardan bile olsa kimseyi içeri sokmayın!" diye sertçe emretti.
          Başlarıyla onaylayan üç genç, hareketsizce ayrıştırma odasına girenleri seyrettiler.
İçerde tam on iki tane çelik levha vardı. Bilinen, tedavi için kullanılan çelik levhalar. Üç buçuk metre yüksekliğinde ve elli santim genişliğindeki levhalar, su kanalına benzeyen bir düzeneğe oturtturulmuşlardı.
          Kadın derin bir soluk aldı. Korkuyordu ama en azından birkaç cevap almayı beklediği için, biraz öfkeliydi.
          "Anlamadığım bir şey var, ötenaziden önce bir anlaşma hakkım yok muydu? Kanunlar bunu bize vermişti" dedi kadın, kuruyan soluğuyla.
          Genç, elindeki cam-ekranı çelik bir masanın üzerine koydu ve kadına eliyle yaklaşmasını işaret ederek "Burası ötenazi odası değil hanımefendi."
          "Peki, beni nereye getirdiniz?"
          "Burası benim odam."
          "Sizin odanızda ne işim var? Bana hemen bir açıklama yapın." Kadın, öfkesini kontrol edemiyor gibiydi.
          "Sakin olun, önce siz neden ötenazi hakkınızı kullanmak istediğinizi söyleyin."
          "Kocam ve oğlum yüzünden." Kadın oturacak bir yer arıyormuş gibi etrafına bakındı. İçerisi soğuktu. Genç, devam etmesi için işaret edince, kadın derin bir soluk aldı. "Kocam dün gece çelik levhalara gitmedi, bunu zaten biliyorsunuz. Bunun cezası benim ölümüm olacak."
          "Peki, neden ötenazi hakkınızı kullanıyorsunuz? Zaten hakkınızda ölüm kararı çıktı."
          "Kendi ölümüme kendim karar vermek için."
           "Ama siz zaten öleceksiniz."
           "Evet ama benim ölümü bekleyecek zamanım yok."
           "Neden?"
           "Aklımı kaybediyorum. Eğer aklımı kaybedersem kendimi öldürmekten korkuyorum, o zaman cezasını oğlum çekecek."
           "Şimdi anlaşıldı hanımefendi. Oğlunuzu korumak için kendinizi öldürmediniz ve ötenazi hakkını kullanarak onu korumaya almaya çalışıyorsunuz."
           "Evet doğru." Kadın yutkundu.
           "Peki size bir soru daha soracağım. Ötenazi talep edenlere sorulan rutin sorulardır bunlar. Neden oğlunuzu önemsiyorsunuz ki?"
           Kadın yumruklarını sıktı "Siz insanların yaşantısını ve düzenini değiştirebilirsiniz ama duygularını değiştiremezsiniz. Oğlum beni umursamasa da, ben onu bir an bile aklımdan çıkartamıyorum."
           Genç bir süre sustu ve kadına baktı.
           "Sen annenin kim olduğunu biliyor musun?"
          Genç başıyla onayladı "hepimiz annemizin kim olduğunu biliriz."
           "Ama anneleriniz oğullarının kim olduğunu bilmiyor."
           "Bu neyi değiştirir ki?"
           "Her şeyi değiştirir delikanlı. Oğlumu bir kez görmek için günün her saati çelik levhalarda tedavi olmaya razıyım. Sor, kendi annen bile buna razıdır."
           "Bundan eminim."
           Kadın yorulmuş gibi tekrar etrafına bakındı.
           "Size oğlunuzu gösterirsem ötenazi hakkınızdan vazgeçer misiniz?"
           "Her şeyi yapmaya razıyım, yeter ki oğlumu bir kez göreyim."
           "Tamam o zaman." Genç, bir adım atacaktı ki, masanın üzerindeki cam-ekran kıpkırmızı olarak alarm vermeye başladı. Genç, cihazı eline aldı "ne var!" diye bağırdı.
           Ekrandan "efendim üç tane siyah kolluk içeri girmek istiyor" diye metalik bir ses geldi.
           Gencin yüzü ekşidi. "Onları otuz saniye sonra içeri alacağımı söyle."  
           "Ama efendim…"
           "Sakın onları içeri alma!" diye kükreyerek cihazı kapattı. Hızla kadının yanına geldi. "Bunu açıklayacak daha uzun vaktim olur zannediyordum ama hızla durumu açıklamalıyım."
            Kadın nefesi kesilmiş bir şekilde şaşkınlıkla gence bakıyordu.
            "Ben sizin oğlunuzum. Babamın mektubu sahte. Seni buraya korumaya almak için getirttim. Senden şimdi sakin olmanı ve ne söylüyorsam harfiyen yapmanı istiyorum. Canın biraz yanacak ama merak etme, bambaşka bir dünyada uyanacaksın. Sana söz veriyorum.      Beni anladın mı?"
            Aslında kadın son söylenen hiç bir şeyi anlamamıştı. Ben senin oğlunum cümlesinden sonra büyülenmiş gibiydi. Yüzü otuz yıldır ilk kez gülüyordu.
            "Anne anladın mı beni?"
            Kadın başıyla onayladı. Dünya bembeyaz olmuştu.
            "Tamam o zaman, şu çelik levhaya yaklaş."
            Genç, kadını hızla çelik levhalardan birine götürdü. Sırtını levhaya dayadı ve kadının kolundaki bilekliği başının üstündeki deliğe soktu. Kadın, oğluna hayranlıkla bakıyordu. Artık ölse ne olurdu ki?
            Kendinden geçti.

            Kadın uyandığında tozlu bir odada, kahverengi bir dünyaya gözlerini açtı. Yeniden doğmanın nasıl bir şey olduğunu düşünüyordu. Eski bir ahşap evdi burası. Güneş, küçük pencereyi örten ilkel bir perdenin ardından süzülüyordu. Kadın, keyif denen duyguyu uzun süredir hissetmediğini hatırladı. Hemen ayağa kalkmalı ve bu yaşadığı şeyin gerçek olup olmadığını anlamalıydı. Belki ölmüş ve cennete gelmişti.
            Oğlu geldi aklına ve kalbi tekrar mutluluk pompalamaya başlamıştı. Eğer öldüyse bu, biricik oğlunun ellerinden olmuştu. Bundan daha güzel bir şey olabilir miydi?
             Ayakları ahşap döşemeye değdiği zaman, dışarıdan gülüşme sesleri duydu. Bu nasıl olabilirdi? Yaşadığı dünyada kimse gülmezdi ki.  Sadece yaşardı. Acele etmeliydi, eğer gördüğü şey bir rüya ise, en azından bitmeden önce diğer ayrıntıları yaşamalıydı.
             Hızla ayağa kalktı, üzerinde pijama vardı, saçları açık ve dağınıktı. Yürürken zeminin gıcırtılarını duyunca, çelik levhaların soğukluğu, yerini bu doğal sıcaklığa bıraktığına inanamıyordu. Odanın ahşap kapısını açtı. Burnuna mis gibi çiçek kokuları hücum ettiğinde, neredeyse bayılacaktı. Yıllardır çelik levha esaretinde yaşamış biri için bu kokuları duymak sadece hayaldi. Ahşap bir koridora çıktı. Her şeyin ahşap olması belki normaldi ama çelik mahkûmları için değildi. Sola döndü ve geniş bir sundurmaya çıktı. Gördüğü ilk şey artık kadına fazla geldi. Tansiyonu düştü ve neredeyse kontrolünü kaybetti. Her yer yemyeşildi.
              "Anne."
              Kadın havada uçan kelimeyi bir kelebek gibi kovaladı. Sanki uçup gidecekti.
              "Anne günaydın, hadi aşağıya gel, kahvaltı hazır."
              Kadın, kelebeği takip etti. Aşağıda büyük bir bahçe vardı ve bahçede tanıdığı bütün herkes, yukarıya bakıyordu. Hepsi mutluydu.   Kocası ve oğlu uzun bir masanın başındaydı. Diğer tarafta, çelik levhalarda kaybettiği bütün sevdikleri oturmuştu.
              Kadın gözlerini yumdu. Bir rüya için bile bu kadar güzel şey fazlaydı. Artık rüyayı bitirmeliydi. Acılar içinde, çelik levhanın başında uyanmalıydı. Bu rüya ona uzun bir süre yetecekti nede olsa.
              Gözlerini açtı. Manzara değişmemişti.
              "Hadi anne yumurtalar soğuyor."
              Kadın ağlamaya başladı. Aklındaki bütün soruları daha sonra öğrenmek üzere kovdu. Aşağıya inecek, oğluna ve kocasına sıkıca sarılacaktı.
              'Çelik levhaların canı cehenneme' diyecekti.


Devam edecek.
Erol Çelik
09.Haziran.2012


.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder