24 Nisan 2012 Salı

Erol Çelik ( Heyula )



                          HEYULA  (*)

            Yaşlı kadınlardan nefret ederim.
Hele bunlardan biri benim karımsa...

1974 yılında televizyon denen makine sadece belediye başkanı olacak o mendebur adamın evinde vardı. Adamın adını hatırlayamayışımın sebebi, onu herkesin kır bıyık lakabıyla çağırmasındadır. Malum, adamın bıyıkları tamamen kırlaşmıştı ve saçlarını boyadığı boyayla bıyıklarına asla dokunmazdı, düşünün artık ne kadar komik göründüğünü. Canına kustuğumun mıymıntısı nerden aklıma geldiyse, televizyon denen o alet bir onun evinde vardı ve ben o aletin nasıl bir şey olduğunu hatırlayamıyorum bile. Bizim hayatımız radyoydu. O yıl dünya kupasını büyük bir merakla beklemiştim ve tuttuğum takım Hollanda’yı Almanlar karşısında desteklemek için radyonun başında pür dikkat bütün spor haberlerini takip ediyordum. Televizyona sadece final maçı için heveslenmiştim ama asla kimseye boyun eğmeyen bir yapım olduğundan, radyo bana yetiyordu. Sadece spor haberlerini dinlemek bizim buralarda ayıp sayıldığı için, kasabadaki diğer akranlarımla sohbet edecek kadar siyaset duymam yeterliydi. Ecevit, ortanın solu sloganıyla oyları toplamış ama hükümet olamadığı için Erbakan’ın MSP’siyle koalisyon kurmak zorunda kalmış, Kıbrıs’ta da işler karışmıştı. Bundan fazlasını bilmeme gerek yoktu. Mutlu bir evliliğim, kendime yetecek kadar arazim ve sağlam bir zekâm vardı. Şanslıydım ve iyi bir kadınla evlenmiştim.    
Onu tam yirmi bir yıl boyunca hiç eksiksiz sevdim. Hem eksiksiz, hem de engin. Bizim sevgimiz öyle sıradan filan değildi. Hani büyüklerin dediği gibi, adam akıllı bir sevgiydi. Kendimi bir düş âleminde hissettiğim o yıllarda, karım da beni, en az benim onu sevdiğim kadar seviyordu. Bu aşikârdı. Hiç bir şeyin bizim sevgimizi bozamayacağını düşünüyordum. Ne olabilirdi ki? Akla gelen bütün kötü şeylerin, bizim aşkımızın dışında olduğunu biliyordum. Hiç kimse veya hiçbir şey bizim büyümüzü bozamazdı. Evet, bozamadı da. Ama bir şeyi unutuyorduk. İnsanlar, mutluluklarını kendi elleriyle yok ederlerdi. Bunu öğrenmem, geç ve acı oldu.
Tamda 74 dünya kupası finalinin oynandığı, Temmuz ayının o ilk günlerine rastlıyordu hazin bir düş kırıklığına uğrayışım. Sanki Müller’in attığı golden sonra hayatın akışında bir sapma olmuştu. Hollanda ikinci yarı canını dişine taktığı halde Almanya’yı kontrol altına alamamıştı.
İşte benim hayatımda, tıpkı 74 dünya kupası finali gibi yaşandı. İlk yarı çok lezzetli ama ikinci yarı kâbus gibi.
Ne olduysa evliliğimizin yirmi birinci yılından sonra başladı. İkinci yarının düdüğünü çalmıştı tanrı. Bir insanın hayatı bu denli hızlı değişmemeliydi. Hele bunu hak edecek bir şey yapmadıysa. Hayatım kararmaya başlamıştı. Karım değişiyordu, o sanki renkli bir fotoğrafken, git gide negatiflere dönüyor, gülücüklerinin yerini küstah ifadeler alıyordu. Bu kadar mükemmel bir insanın, böylesine değişebileceği aklıma gelmediği zamanlar, onun içine kötü bir varlığın girdiğini düşündüğüm oluyordu. Bazen bunu bir çocuğun saflığında yapıyordum.


Hava ıstırap çeker gibi gürlüyor, yağmur gök gürültüsünden geri kalmaksızın büyük bir çabayla yağıyor, rüzgârsa son yılların en sert esintisini dolaştırıyordu ormandaki ağaçların arasında. Hasan Çavuş,  rüzgâra ve yağmura karşı tedbirli giyinmişti giyinmesine ama yine de üşüyordu. Karısının, hatırlayamadığı yıllarda ördüğü boğazlı kazağını, içine de yün atletini giymişti ama akıl edip atkısını almayı unutmuştu. Aslında evden bu kadar alelacele çıkmasaydı onu da unutmazdı ya, olsun diye düşündü, bir lokmacık soğuk onu deviremezdi ya.  

Evlenmeden beş ay önce tanımıştım karımı. Babamın iş ortaklarından birinin kızıydı. O zamanlar sadece gizli gizli görüşebiliyorduk. Böyle şeyler hoş karşılanmayacağı için ancak beş ay sabredebilmiştik. Sonunda dayanamamış, konuyu babama açmıştım. Aradan bir hafta geçmeden, bütün hazırlıklar yapılmış ve nihayetinde evlenmiştik. Babam tüccardı, o yılların belki de en zenginlerindendi, bu yüzden düğünümüz olabileceğinin en mükemmeliydi. Kırk gün kırk gece olmadı ama birçoğuna dudak ısırtan cinstendi. Hatta o zamanın gazetelerinde bile bizim düğünümüzden bahsedilmişti. Çok mutluydum; tıpkı karım gibi. Anlaşılacağı üzere tam yirmi bir yıl fazlasıyla mutlu geçmişti evliliğimiz.


          Hasan Çavuş, el feneriyle yürüdüğü yolu aydınlatarak ilerlemeye devam etti. Rüzgâr onu yaptığı şeyden dolayı korkutmaya çalışıyor, ağaçların tepelerinde ve çalılıkların arkalarında korkunç fısıltılar çıkartıyordu. Yağmurda ona eşlik edip adamı su dolu bir fanusun içinde yolculuk etmeye zorluyordu. Eğer atkısı olsaydı onu kafasına sarar ve üzerine şapkasını geçirerek kulaklarını soğuktan koruyabilirdi.   
          Galiba doğa, Hasan Çavuş’u cezalandırıyordu. Oysa o cezaların en büyüğünü daha yeni çekmiş, direncini arttırmıştı. Bunlar vız gelirdi ona. Sadece, yağmurla ıslanıp ay ışığıyla parıldayan karanlık onu sersemletiyor, aklında binlerce şeyin dolaşmasına yol açıyordu.

Yaşlı kadınlardan nefret ederim.
            Ve yaşlı karımdan da nefret ediyorum.
           
Ama ondan yaşlandığı için nefret etmedim. Hatta yaşlandıkça güzelleştiğini bile düşünüyorum. Kadın her geçen yıl daha bir nurlandı, elmacık kemikleri ön plana çıktı, yanağındaki gamzeleri beni yutarcasına sevimlileşti. Başkaları yıllarla beraber kilolarına kilo katarken o, sanki doğaya isyan edercesine güzelliğini korumasını bildi. Elbette yaşlandığını belli eden çizgiler vardı yüzünde ama o çizgiler bir insana bu kadar yakışamazdı.
Yirmi bir yıl, bir melekle evlendiğime emin olmuştum ve Allah’a şükürler ediyordum. Muhakkak, hatırlamadığım sevaplarımın mükâfatını görüyor olmalıydım.
Sonra ne oldu? Karım değişmeye başladı. Artık onu tanıyamıyordum. Tam iki yıl boyunca bunun geçeceğini umdum; ama olmadı. Geçmedi. Düzelmedi. Gün geçtikçe daha da lanet olmaya başladı.
Lanet olası.

Hasan Çavuş, altmış dört yaşındaydı ve son yirmi altı yılını böyle kötü geçirmeseydi, bacakları bu kadar ağrımayacaktı. Gerçi hala beli bükülmemiş, kamburu çıkmamıştı ama yinede yürümekte zorluk çekiyordu. Fiziğinde sorun olmadığı doğruydu, fakat hasta olan onun ruhuydu.
Yolu yarılamamış, gidecek bir buçuk saatlik yolu daha kalmıştı ve bu hava koşulları ilerlemesini daha zor bir hale getiriyordu. Havanın karanlık olması onda tanıdık duyguların uyanmasına yol açtı. Karanlık orman, son iki yıldır onun tek dostu olduğu için, yolu ezbere biliyor, nerede dönmesi gerektiğine dikkat etmiyor, ayakları hangi yolu takip edeceğine kendisi karar veriyordu. Hasan Çavuş’a ise yol boyunca düşünmek kalıyordu.
En az orman kadar karanlık düşünceler. Çoğu zaman kahroluyor, zaman zaman ise boğuluyordu. Yine de düşünmekten başka bir şey yapamıyordu.
Sanki birileri kulağına soğuk ve hastalıklı bir şeyler fısıldıyordu.

Karım iki buçuk yıl önce hastalandı ve yatağa düştü. Üzülmemem gerekiyordu belki ama ben yine de kahrolmuştum. Belki biraz akıllanır ve kötü olmaktan vazgeçer diye düşünmüştüm ilk zamanlar. Nafile. Gitgide daha da illet olmuş çıkmıştı. Evdeki huzursuzluğumun hat safhaya ulaştığı çoğu geceler, kendimi ormana atıyordum. Çaresizlik öylesine yakalamıştı ki beni, ağaçların altındaki karanlıklara saklanıp saatlerce ağlıyor ve içimdeki burukluğu, kalbim titreye titreye dindirmeye çalışıyordum. Benim yaşımdaki birinin karanlıklarda ağlaması ne kadar zordur, kimse bilemez. Evimizin etrafındaki her şeyle konuşur olmuştum. Kimi gece bir ağaçla konuşuyordum, kimi gece ise bir çalı yığınıyla. Her gece onlara neler çektiğimi anlatıyordum. Onlardan fikir almaya çalışıyordum. Şaşkınlar gibi bir oraya bir buraya koşturup durmaktan, çıldırma aşamasına gelmiştim.
Beş altı yıldır, evin sırtındaki odunluğun etrafını zakkum çiçekleri sardı. Hayatım solarken yeni bir şeyin yeşerdiğini görmek, her ne kadar zakkumun uğursuz bir çiçek olduğunu bilmeme rağmen, onun diriliğini, onun asiliğini ve onun inatçılığını hissetmek beni kıskandırıyordu. Elbette boşuna ortaya çıkmamıştı o zıkkımlar, hayatımın ne kadar zehir zemberek olduğunu, çerçevenin etrafını kaplayarak resmediyordu.
Şimdilerde boyları insanı aştığı için resmi bütünüyle zehirlemişti.
Ama her şeye rağmen bugüne kadar aklımın ucuna kötü bir şey gelmedi. Zakkum bana her gün zehri hatırlatsa bile. Benim yerimde kim olsa, yaşadıklarına katlanamaz, olanlara bir çare bulur, her şeyden kurtulurdu. Oysa ne karıma kötülük yapabilirdim ne de alıp başımı kaçabilirdim, benim için o zamanlar bu mümkün değildi.  Sadece bekleyip gün geçtikçe çıldırışıma seyirci kaldım.
Sonunda çıldırdım.
Her insanın bir sabrı olduğunu öğrendim.
Çıldırmak ve sabrın tükendiği an, her şeyin kontrolünüzün dışına çıktığı andır. O andan itibaren ne yaptığınız ya da neden yaptığınız hiç önemli değildir. Beyniniz size bir emir verir ve siz ona itaat edersiniz.
Ben itaat ettim.
Pişmanda değilim.

Hasan Çavuş, duyduğu dere sesiyle biraz olsun rahatladı. Bu, artık yolu yarıladığını gösteriyordu. Ne yağmura ne rüzgâra ne de soğuğa aldırış etmeden yoluna devam etmek için biraz soluklanmalıydı. Çizmeleri çamurdan görünmez hale gelmişti ama onu rahatsız eden şey, donuna kadar sırılsıklam oluşuydu. Sanki çıplak yürüyormuş gibi hissediyordu kendisini.
Soğuk, karanlık olmuş,  iliklerinde dolaşıyordu şimdi.
Birazdan fasulye tarlasına varacak, oradan dereye ulaşacaktı. Canı sigara içmek istedi; fakat bu havada sigarasını ne yakabilirdi, ne de içebilirdi. Zaten cebindeki sigara paketinin çoktan ıslandığına emindi. Bir ara, çıldırmış insanlar sigara içerler mi diye düşündü. Neden içmesinler ki? Daha fazla dayanamayacağını anlayınca, bir yolunu bulup cebindeki paketten bir sigara çıkarttı. Uygun bir ağacın altına geçerek, ıslanmış sigarasını soluğuyla kurutmaya başladı.

Mutlu olduğumuz yirmi bir yıl boyunca iki çocuğumuz oldu. İlki kız, iki yıl sonra da bir erkek. Kız doğar doğmaz, karımın o zamanlar çok sevdiği Gülnaz ismini takmıştık ona. Sonrasında doğan erkek çocuğumuza da Yavuz ismini bulmuştuk. Yavuz, benim en sevdiğim padişahın adıydı. Şimdi onları ne kadar da çok özlüyorum. Gülnaz erken evlendi. Daha on sekizine bile basmamıştı. Karımın değişimi, kızımızın uçup gitmesinden sonraki yıl başladı. Gülnaz, bu durumdan pek etkilenmemişti o zamanlar; kabak oğlumun başına patladı. Yavuz, annesinin kötülüklerine maruz kalıyor, evde bir huzursuzluktur gidiyordu. Bir yanımda karım, diğer yanımda oğlum ve benim yapacak hiç bir şeyim yoktu. Neyse ki Yavuz, uzaklarda, büyük şehirde bir üniversite kazandı. Belki de benimle aynı kaderi paylaşmaktan kurtulmuştu. Yıllar geçti. Yavuz, okulunun bitimine bir yıl kala annesine tamamen darıldı. Bu dargınlık öylesine katıydı ki, bir daha görüşmeme kararı almışlardı. Sadece arada bir bana mektup yazar, ben de eğer karımdan önce o mektuba ulaşabilirsem okurdum. Yoksa karım ondan gelen bütün mektupları yakardı. Asla ona itiraz edemezdim. Yavuz’dan aldığım en son mektupta, evleneceğini yazmıştı. Okul biter bitmez yurt dışına yerleşeceklerini söylemişti. Bir keresinde, ‘Baba, sevdiğim kız annem kadar güzel, inşallah o da annem gibi sonradan değişmez.’ Diye yazmıştı. Bu cümleleri her hatırlayışımda içim paramparça olur ve kahrolurum. Oğlum, sağ olsun mektuplarında futboldan da bahsederdi, yoksa 1978 dünya kupasını Arjantin’in kaldırdığını asla öğrenemezdim. Eskisi kadar önemli değildi ama en azında şampiyonların kimler olduğunu merak edecek kadar bir kırıntı kalmıştı içimde. Hollanda yine finalde yenilmiş ve Arjantin 3-1’le kupayı almıştı. Yavuz, anlaşıldığı kadarıyla Arjantin’i tutuyordu; çünkü El Matador lakaplı Kempes’ten övgüyle bahsetmişti.   
Yavuz’la annesi görüşmeme kararı vermişlerdi ve ciddiydiler ama uzun bir süre sonra oğlum, annesinin yatalak hasta olduğunu öğrenince, ziyarete geldi. Fakat geldiğinde geleceğinde pişman oldu. Öyle bir kavga ettiler ki, bir daha oğlumu ne gördüm, ne de haber alabildim. Çünkü oğlum giderayak, neden bunlara izin verdiğimi sormuştu. Bakışlarındaki anlamı asla cümlelere dökemem. En kötüsü, ben ona cevap verememiştim. Bir babanın bu kadar aciz olamaması gerekir.
Kim bilir benim hakkımda neler düşünüyordu. En iyi ihtimalle korkak olduğumu. Ama umarım, benimde annesi gibi kötüleştiğimi zannetmez. Her neyse, aldı başını gitti ve kurtuldu. Gitmeden 1982 dünya kupasını kimin aldığını da söyledi. Finalde Almanya ve İtalya varmış ve kazanan İtalya olmuş. Ondan sonraki kupalardan hiç haberim olmadı. Karımın radyoyu kırmasından sonra hiçbir şeyden haberim olmadı ya. Artık oğlumda yazmıyordu.
İyi de benim suçum ne?
Gülnaz, bundan beş sene öncesine kadar, çok nadir de olsa ziyarete gelir ancak kocasının yanına, hep morali bozuk dönerdi. Ta ki beş yıl evvelki yemeğe kadar. Gülnaz’nın iki kızı olmuştu; ne yazık ki, onların adlarını bile hatırlamıyorum. Kızım, çocukları ve kocasıyla birlikte uzunca bir aradan sonra bize geldi. Amacı, arayı biraz olsun ısındırmak, bize torun sevgisini yaşatmak ve bağların iyice kopmamasını sağlamaktı. Fakat ne felakettir ki, karım damadının kafasına dikiş makinesinin makasını fırlatıp, adamın kafasını yarmıştı. İşte o zaman hayatımda ilk kez karımın üstüne yürümüştüm. Allah’ım bana biraz daha cesaret verseydi, belki ona bir tokat bile atabilirdim.
Ama yapamadım. Acizler gibiydim. Pısırık, korkak, kokuşmuş ve aşağılık bir moruk olup çıkmıştım. Gülnaz’dan da bir daha haber alamadım. O da tamamen dünyamdan çıkıp gitti.
Aciz dünyamdan.
Zavallı dünyamdan.

Yaşlı kadınlardan neden mi nefret ederim?

Hasan Çavuş’un sigarası bitmiş, hatta derenin kenarına varmıştı bile. Dere, derin bir vadinin içinden aktığı için karşıya ince bir köprüden geçmek zorundaydı. İyide, köprü hain rüzgâr sayesinde, ucuz bir patiska gibi sallanıyordu. Yaşlı adam dizlerinin ağrıdığını hissederek derenin kenarında, karşıya nasıl geçeceğini düşünmeye başladı. Rüzgâr hiç dinmemiş, derenin kenarında daha hızlı esmeye başlamıştı. Hasan Çavuş buraya kadar gelmişti ve asla buradan geriye dönmek niyetinde değildi. Dönemezdi de. Fakat bu köprüden karşıya geçmekte ayrı bir delilikti. Delilik kelimesi kafasında dolaşmaya başlayınca gülümsedi. Karşıya geçecekti; buna mecburdu.
Köprüyü düşündüğü süre boyunca, karısını düşünmekten uzaklaştığını ve bunun inanılmaz bir rahatlık verdiğini anladı. Artık ondan tamamen kurtuluyordu; sonsuza dek.

Yaşlı kadınlardan nefret ederim.
Kadınların tümünden nefret ediyorum.

Karımın ne gibi kötülükler yaptığını anlatamıyorum; çünkü içimde hala kahrolası bir erkeklik gururu var.

Bu köprüden daha önce birçok kez geçen Hasan Çavuş, fırtına sırasında bunu hiç denemediğini biliyordu, zaten bu ilk ve son olacaktı. Köprüye iyice yaklaştı ve gözüne kestirmeye çalıştı. Olacak gibiydi. Yüzünde tuhaf bir gülümseme daha oluşunca, hareketlendi. Tam ilk adımını atacaktı ki, bir sigara daha içmeye karar verdi. Bu sigara, köprünün bu yakasındaki ve paketindeki son sigara olacaktı. Beklide hayatındaki son sigara.

Kadın sanki cehennemden çıkmış bir zebaniydi. Yaşadığım yirmi bir yıllık mutlu hayatımda beni sınadı ve yıllar sonra gerçek yüzünü gösterdi. Başka bir şey olamazdı. Eğer karım bir zebani değilse bile, içine kötü bir şeyin girdiğine eminim.

Yaşlı kadınlardan nefret ederim.
Yaşlı kadınların hepsi zebanidir.

Çıldırdıktan sonra böyle düşünebilmek beni rahatlattı doğrusu. Şu köprüyü geçtikten sonra artık çok değişik bir hayatım olacak. Bambaşka bir hayat. Bundan sonraki hayatımda asla bir kadını sevmeyeceğim. Özellikle yaşlı kadınlardan birini.
Sadece önümde bir engel kaldı. Bu köprü. Sırat köprüsü. Her insanın hayatında geçmesi, aşması gereken bir sırat köprüsü vardır. Benim sırat köprüm karşımda duruyor.

Hasan Çavuş, son sigarasını bitirdi ve köprüye yürüdü. Onun geldiğini anlayan rüzgâr daha bir coştu. Yağmurdan korunmak için montuna sarılmıyor, kendini iyi hissediyordu. Köprüye ulaşınca, ne kadar yalnız olduğunu düşünecekti, hayatının ne kadar kötü geçtiğini. Bundan sonrası nasıl olacaktı? Neler değişecekti? Soğuk havayı ciğerlerine kadar çektiğinde, artık hiçbir şeyin önemli olmadığına karar verdi.
Sırat köprüsünün başına vardığında tekrar düşündü. Eğer aklında yitirmediği bir gram mantığı kaldıysa, bu köprüden geçmemesini söyleyecekti ama o kadarı da kalmadığı için bu dev duvarı aşmalı, sırat köprüsünü geçmeliydi. Yeni bir hayat o köprünün diğer tarafındaydı. Karşıya geçecekti, bu her neye mal olursa olsun. Geriye bakmak bile istemiyordu.
Kâğıttan yapılmış bir gemi gibi sallanan köprüye ilk adımını attı ve hiç tereddüt etmeden diğerini de peşinden gönderdi. Hiçbir şey düşünmüyordu, hatta dikkatli olması gerektiğini bile. Köprünün altındaki dereden gelen suyun sesi kendini büyülemiş gibiydi. Sanki bu gece, kimse onun karşıya geçmesini istemiyordu.
Hasan Çavuş, kendi ağırlığı yüzünden köprünün sallantısının hafiflediğini görünce, hayatında ilk kez şişman olmadığı için pişman oldu. Başını iki yana salladı ve karışan kafasını biraz olsun toplamaya çalıştı. Bir iki adım sonra köprüyü ortalayacaktı. Dengesi git gide kayboluyordu. Kafası karışırsa asla başaramazdı. 
Bu onun sırat köprüsüydü, özgürlük ve cennet onun ardındaydı.

Karım yüzünden çıldırdım ama kendi hayatımı tehlikeye atamam. Hele onun yüzünden asla. Ben, karımdan önce öbür tarafa geçmek istemiyorum.

Hasan Çavuş, bunları düşünürken elleriyle köprünün iplerine daha fazla sarıldı ve adımlarını daha da sağlamlaştırdı. Şimdi köprünün tam ortasındaydı. Yayık ayranı gibi çalkalanıyordu. Bu haldeyken aşağıya, deli gibi akan dereye baktı.

Neden bu kadar uğraşıyorum ki? Salayım kendimi aşağıya. Kesin ölürüm. Belki de ölüm benim için en iyisi. En azından bundan sonraki hayatımın berbat geçmemesini garantilerim. Kim bilir, diğer tarafta belki daha mutlu olurum.

Adam, yağmurun altında sallanan köprünün tam ortasında bir anlık duraksadı ve gökyüzüne yaşlı gözleriyle baktı. Çok kısa bir süre sonra tekrar ilerlemeye başlayacaktı.

Yoo, yirmi altı yıldır karım bile beni öldüremedi. Ben de kendimi öldürmeyeceğim. Karşıya geçeceğim ve buradan alabildiğine uzaklaşacağım. Belki İstanbul’a giderim. Çocukluğumda babamla birlikte bir kez gitmiştim o büyülü şehre.
Gitmek, iki kıtaya yayılmış topraklarında kaybolmak, ışıklı yollarında gezinmek, Eminönü’nde balık yerken, ya da İstiklalde dolaşırken kendimi biraz olsun önemli hissetmek istiyorum.

Hasan Çavuş, köprünün diğer tarafına geçer geçmez, bambaşka bir ruh haline büründü. Çok daha rahat hissediyordu kendisini. Galiba çok derinlerden yükselen, yıllardır özlediği bir duyguyu hissetmeye başlamıştı. Mutluluğu.  Üzerinden tonlarca yük kalkmış gibiydi. Koşar adımlarla ilerlemeye başladı. Şimdi yağmur da, rüzgâr da dinmişti.
Hasan Çavuş haykırmak için nefesini ciğerlerine doldurdu.
Sırat köprüsünü aşmıştı. Cennet ona gülümsüyordu.

Uzun süreden sonra kendimi ilk kez huzurlu hissediyorum. Yaşadığım ilk yirmi bir yıl rüya gibi geçti; ama sonra ki yirmi altı yıl, heyula geldi bana.
Artık özgürüm.
Geride ne bıraktığımı asla düşünmeyeceğim. Ne yaşadığımı da. Hatta karımı, onca anımı yaşadığım evimle birlikte, yaktığımı bile.
Önce, zakkumların istila ettiği odunluğu ateşe verdim, ardından yıllardır hiçbir hayvanı bağlamadığımız ahırı. Son olarak bidonun dibinde kalan gaz yağıyla mutfağı tutuşturdum.

Yaşlı kadınlardan nefret ederim.
Birinden kurtuldum.



                                               SON
  EROL ÇELİK


(*)  Korkunç hayal. ( TDK)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder