18 Nisan 2012 Çarşamba

Erol Çelik ( Uyan Artık )


Bu öykü Erol Çelik'in 2. kitabı "Satranç Ve Şövalye"de yayınlanmıştır.

UYAN ARTIK


Bilinci yavaşça yerine geliyordu, bunu kulağına gelen bebek ağlamasının içine doğurduğu huzurdan dolayı anladı. Bebek, çaresiz ama o kadar tatlı ağlıyordu ki, bir an önce uyanıp, onu bağrına basmak istedi. Kalbini saran bu sızı belli ki, ilk anaç duygusuydu. Gözleri hafifçe aralanmaya başladığında, ilk önce duvardaki sıvaların yer yer dökük olduğunu görmeye başladı. Hiçbir anlam ifade etmiyordu ama bilincinin daha uyanmadığı bölümlerinde, bir şeylerin yanlış olduğunu biliyordu. Gariplikler bu kadarla kalmıyordu. Bir hemşire ona bakıp gülüyor, bakışlarındaki müjde vermeye hazır ifade, dudaklarında yerini hain bir sırra bırakıyordu. Hemşirenin topuz saçlarının üzerindeki kepi, üçgendi. Üniforması ve kepinin hangi yüzyıla ait olduğunu kestiremiyordu fakat kadınsı hainlik, gizlenemez bir mimik olarak hemşirenin dudaklarındaydı. Bu gülümseme tüm zamanların bilindik gülümsemesiydi.
“Ikın, ıkın hadi. Çok rahat bir doğum oluyor.”
Hemşire, bilinci yerine gelen kadının bacaklarının arasına eğiliyor, eski üniformasıyla, bebeğin omuzlarından ve kafasından tutmuş, çekiyordu.
“Maşallah, çok sağlıklı bir bebeğe benziyor. Hadi ıkınmaya devam et. Az kaldı.” Hemşire içinden dua okumaya başlamıştı. Ne söylediği duyulmuyordu, sadece dudaklarındaki ritmik hareketlerden bu anlaşılıyordu.
Doğumhanedeki her şey eskiydi. Şu an doğum yaptığı masanın da, tıpkı hemşirenin üniforması gibi eski olduğunu, bacaklarının asılı olduğu direklerin paslanmış olduğunu, üzerine serdikleri beyaz örtünün kirli ve yıpranmış olduğunu görüyordu. Fakat garipsemiyordu. Tuhaflığın farkındaydı ama bebeğin tatlı feryatları, bu düşünceleri bir şekle sokmasına izin vermiyordu.
Odada yalnız olmadıklarını fark edince, bir kez daha tuhaflık duygusunun esiri oldu. Hemşirenin hemen ardında, alacakaranlık sayılabilecek bir gölgede duran doktorun, hiç bir şeye karışmaması, üzerindeki beyaz önlüğün içinde, sadece onları izlemesi de şaşırtmıyordu onu. Adam kollarını bağdaş kurmuş, kulaklarının üzerinde kırlaşmış saçlarıyla babasını andırıyordu. Yoksa yüzündeki hüzün neden bu kadar tanıdık gelsin ki? Babasını andırdığı için midir bilinmez, adamın odada olmasından dolayı, kendini güvende hissediyordu.
Bebeğin ağlaması, hemşirenin işinin ehli hareketleri, doğumun bitirmesine birkaç dakika kaldığını gösteriyordu.
“Maşallah nur topu gibi bir oğlun oldu. Maşallah.” Hemşire iri gözlerle beklediği müjdeyi, masada yatan kadına verdi.
Doktora bakan kadın, onun sevindiğini gördü ama doktor bunu gizlemek için, bağdaş kurduğu ellerinden biriyle ağzını kapattı.
Doğum inanılmaz rahat geçmiş, hemşire bebeği eski metal bir kovanın içinde yıkamaya başlamıştı. Yumuşak hareketleri, şefkatli dokunuşu bebeğin ağlamasını durdurmuyordu ama annesinin içine su serpiyordu.
Bebek yıkandıktan sonra hemşire onu annesine verdi. Anne, bebeği kucağında kavrayıp koklamaya başladığında, üniformalı kadın bebeği tekrar aldı. Bu hareket karşısında anne sinirlendi ama sadece seyretmekle yetindi.
Anne kalkıyordu, çok rahat bir doğum olduğu için, hiçbir ağrı hissetmeden doğruldu. Bu arada hemşire, bebeği doğum masasının hemen yanında yere yatırdı. Beton zemine sırt üstü koyduğu bebeğe, mavi bir tulum giydirdiğinde, annesi odadaki tek renkli şeyin o mavi tulum olduğunu fark etti. Her şey renksiz ve eskiydi. Doktorun bulunduğu köşenin hemen karşısında, spor salonlarındaki sıralı dolaplardan olduğunu gördü. Kalın ağaçlardan yapılma eski rafların üzerinde ameliyat malzemeleri vardı ve onlarda eski ve paslı görünüyordu.
Anne, bebeği betona yatıran hemşireye çıkışacağı sırada, hemşire ona bebeğin altını nasıl değiştirmesi gerektiğini öğretmeye başladı. Bu işlem sanki çok uzun sürüyordu. O kadar ki, bebeğin kumral saçları uzamaya başladı. Mısır püskülünü andıran saçlarıyla çok güzel bir bebek olmuştu.
Bebek kendi kendine ayağa kalktı, üzerinde tulumundan başka hiçbir şey olmadan yürümeye başladı. Bebek olduğu için paytak yürüyor ama kimseden yardım almaya ihtiyaç duymuyordu. Annesi oğluyla gurur duymaya başlamıştı. Tombul, katmer katmer ayaklarını öpmek istiyordu, oysa bebek, ameliyathaneden kendi başına dışarı çıkmaya başladığında, anne telaşla bebeğin arkasından gitti.
Renksiz bir hastane koridorunda oğlunu takip eden kadın, bebeğin bir kapıdan içeri girdiğini gördü. Hemen peşinden girdiğinde buranın bir banyo olduğunu fark etti. Tuhaflıklar artık onu şaşırtmıyordu. Çok eski banyonun yerleri taş mermeriydi ve her şey griydi. Eski duştan bir kovanın içine su akıyor, bebek annesinin elinden tutarak ona kovayı göstermeye çalışıyordu. Su dolu kovanın içinde saydam torbalar vardı ve torbaların içindekileri görünce, kadının aklı durdu. Torbaların içinde, kızlı erkekli ölü bebekler vardı. Ölü bebeklerle dolu torbalar, kovanın içinde dengesizce batıp çıkıyorlardı. Kadın, korkup çığlık atmaya başladı. Güzel bebek, annesinin elini bırakıp kovanın yanına doğru gitmeye başladı. Kadın çıldırmıştı, titreyerek oğluna seslenmeye başladı.
“Gel buraya oğlum. Senin orada ne işin var. Beni terk etme. Bak annen burada. Beni bırakma oğlum.”
Ama bebek kovanın yanına gitmeye devam etti. Sanki o da, diğer bebeklerle beraber yüzecekmiş gibi hevesliydi. Annesine bakarak korkmaması için gülümsedi.
Kadın kovadaki bebeklerin ölü olduğunu, eğer onların yanına giderse kendi bebeğinin de öleceğini zaten biliyordu.
“Hayır, oğlum buraya gel.” Anne kollarını açarak onu kucağına çağırdı.
Bebek kovanın yanına vardığında durdu, bir annesinin kollarına baktı, bir kovanın içindeki ölü bebeklere. Annesi sanki önüne bir set çekilmiş gibi, olduğu yerden ileriye gidemiyordu. Bu yüzden oğlunu kurtarmak için yalvarmaktan başka çaresi yoktu.
“Oğlum bana gel, ne olursun. Hayır, sakın beni yalnız bırakma.” Anne çaresizce çırpındı.
Bebek kovayla annesi arasında karar vermeye çalışıyormuş gibi durakladı.
“Oğlum annene gel, senin yerin burası. Terk etme anneni. Ne olur oğlum annene gel, gel de perişan olmayayım, gel de seni bağrıma basayım.”
Bebek annesinin hıçkırıklara boğuluşuna baktı ve sanki kocaman bir adammış gibi hüzünlendi.
“Oğlum, ne olursun bana gel.”
Bebek, kovanın içindeki ölü bedenlere baktı ve annesine doğru yürümeye başladı. Kadın ayağa kalktı ve bu sefer mutluluktan hıçkırmaya başladı. Oğlunu kollarının arasına alarak sıktı. Öptü. Doyamadı, bir daha öptü.
Banyonun kapısında telaşlı bir yüz belirdi. Hemşire korkmuş gözlerle onları bulduğuna sevinerek haykırmaya başladı.
“Sizi buldum. Şükürler olsun.”
Anne ve bebek, renksiz banyoda kucaklaşıyorlardı ama hemşirenin telaşı ikisini de korkutmuştu. Eski üniformalı hemşirenin dudaklarında artık hain bir ifade yoktu. Sanki oğlunu geri almayı başaran anneye inanmaya başlamıştı.
“Hemen doğumhaneye gitmeliyiz. Hadi hemen.” Hemşire banyo kutsal bir yermiş gibi içeri girmiyor, söyleyeceklerini kapı eşiğinden haykırıyordu.
“Neden doğumhaneye döneceğim, oğluma kavuştum ben.” Anne oğlunu böğründe biraz daha kavradı.
“Ona kavuşmadın, sadece onun hayatını kurtardın ama biraz daha geç kalırsan bunu da başaramayacaksın. Zamanımız az diyorum sana.” Hemşirenin sesinde, ödüllendirici bir babacanlık vardı.    
Anne, oğlunun gözlerinin içine baktı ve bir şeyler anlamaya başladı. En azından gerçekten zamanının az olduğunu biliyordu.
“Hadisene be kadın.”
Anne ayağı kalktı. Oğlunu kucağına almıştı. Hemşirenin peşinden renksiz ve sıvaları dökülmüş kasvetli koridora döndü. Hemşire koşmuyor sanki uçuyordu. Anne, oğlunu iyice kavrayarak, onun peşinden uçmaya başladı.
Az sonra doğumhanenin içine girmişlerdi. Doktor yine o alaca karanlıkta, yine o tedirgin bakışlarla bekliyordu. Sanki doğumhane de, tıpkı doktor gibi anne ve bebeğini bekliyormuş gibiydi.
Anne doğum masasının üzerinde kendisini görünce aptala döndü. Oysa kendisi şu an ayakta ve oğlunu tutuyordu. Hayır, oğlunu tutmuyordu. Oğlu kucağında yoktu. Telaşlandı. Doğum masasının üzerindeki kendi vücuduydu ve baygındı. Hemşire bacaklarının arasındaki bebeği çekiyordu. Hareketlerinde ters giden bir şeyler olduğu anlaşılıyor, durmadan baygın olan bedene bağırıyordu.
“Uyan, uyan be kadın. Bebek gelmiyor. Uyan yoksa onu kaybedeceğiz.”
Anne, neler olduğunu bilmiyordu ama doktora doğru soru dolu bakışlarla bakmak istedi. İkinci şoku o anda yaşadı. Orada artık doktor yoktu, onun yerine babasını gördü. Gözü ağlamaktan kan çanağına dönmüş, yorgunluk ve üzüntüden bitap düşmüş babasını.
Zavallı adamda haykırıyordu.
“Uyan kızım, uyan artık.”
“Baba ben buradayım.” Dediyse de babası onu duymadı.
“Uyan be kadın, uyan artık, bebeğini kurtar.” Hemşire çaresizce bebeği omuzlarından ve başından çekmeye çalışıyordu.
“Uyan be güzel kızım ne olur uyan.”
Babasını hiç bu kadar çaresiz görmemişti. O, her zaman bir çözüm bulan adama ne olmuştu? Neden kızını uyandıramıyordu?
“Baba ben buradayım, ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. Oğlumu kaybetmek istemiyorum baba. Bana yardım et. Ağlama.”
Doğumhanenin içi daha bir renksizleşti, daha bir eskidi, daha bir boğuldu.
Hemşire başını havaya kaldırıp Allaha yalvarmaya başladı. Hiç bu kadar kötü bir ölüm görmemişti. Son ümidi de tükeniyordu.
Anne nefesinin kesildiğini, ne yapması gerektiğini bilmeden, öleceğini düşündü. Oysa az önce oğlunu, o ölü bebeklerin yanından kurtarmamış mıydı? Şimdi ne yapmalıydı. Ne yapması gerektiğini bilmiyordu ama yürüyerek masadaki cansız bedenine dokundu.
“Bu bebek senin bebeğin ve onun hayatını kurtardın. Bir şansın oldu, onu iyi değerlendir. Şimdi kalk ve bebeğini kucağına al. Ne babanı, ne kocanı, ne de sevdiklerini ağlat. Şimdi kalk ve kumral bir erkek çocuğun tadını çıkart.”
“Kızım ne olursun uyan artık.”
“Bak babanın feryatlarına, ya dışarıdakilerin feryadı, uyan artık.”
Hemşire ağlıyordu.
“Oğlunda uyanmanı istiyor, yoksa ben burada olur muyum? Bana sen uyanmazsan neler olacağını gösterdi.”
“Hayır!”
Anne feryadın geldiği yöne döndüğünde babasının yerinde kocasının olduğunu gördü. Adamın gözleri ve yüreği ağlıyordu. Doğum masasının yanına gelmiş, eliyle güzel karısının yanağına uyanması için tokat atıyordu.
“Hadi hayatım sen güçlü bir kadınsın, beni sakın yalnız bırakma, bebeğini sakın sensiz bırakma. Uyan artık. Uyan bir tanem.”
 Kocasının perişan haldeki yüzünü gören anne, baygın bedenine iyice yaklaştı. O yaklaşınca kocası ortadan kayboldu. Doğumhane de sadece hareketsiz bedeni, hemşire ve hayata yarım bağlı bebeği vardı.
“UYAN ARTIK”
Doğum masasında bir hareketlenme oldu.
Anne gözlerini açtığında her şey renklendi.
Bebek, doğdu.
Her şey yoluna girdi.


                                                        SON


                                                                                      

NOT: Bu öyküyü, oğlumun hayatını doğum sırasında kurtaran sevgili eşime armağan ediyorum. Oğlumu bana verdiğin için TEŞEKKÜR EDERİM.




04.08.2007

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder